“Muhafazakâr öfkeyi Erdoğan’a kim yöneltti?” başlıklı yazıda adresi açıkça ifade etmesek de süreci analiz ederek anlaşılmazlık suçlamasını geçersiz kılmaya çalışmıştık. Adresi çok açık bir şekilde ifade etseydik kısır tartışmaların önünü almak mümkün olmayacaktı. Sürecin analiz edilmesi hadiseleri çok daha geniş bir açıdan görme imkânı verebilirdi. Zaten gelen tepkiler kimlerin işaret edildiği sorusunu havada bırakmadı. Seçim gününe beş kala muhafazakâr öfkenin Erdoğan’a yönlendirilmesi çok açık
“Muhafazakâr öfkeyi Erdoğan’a kim yöneltti?” başlıklı yazıda adresi açıkça ifade etmesek de süreci analiz ederek anlaşılmazlık suçlamasını geçersiz kılmaya çalışmıştık. Adresi çok açık bir şekilde ifade etseydik kısır tartışmaların önünü almak mümkün olmayacaktı. Sürecin analiz edilmesi hadiseleri çok daha geniş bir açıdan görme imkânı verebilirdi. Zaten gelen tepkiler kimlerin işaret edildiği sorusunu havada bırakmadı.
Seçim gününe beş kala muhafazakâr öfkenin Erdoğan’a yönlendirilmesi çok açık bir operasyona işaret ettiği hâlde çoğu kimsenin ortaya atılan manipülatif iddiaların altında kalması sürecin ne kadar kolay yönlendirilebileceğini gösterdi. Hâlbuki Gazze’ye yönelik saldırılar İsrail’in İngiltere, ABD, Almanya ve Fransa gibi Batılı ülkelerle ilişkisinin bilinenden farklı olduğunu bütün dünyaya göstermişti. Bu, İsrail ile anılan ülkeler arasındaki ilişkinin Yahudi tarihinin kendine özgü kavramlarıyla izah edilemeyeceğini ve gerçeğin başka yerlerde aranması gereğini de ortaya çıkarmıştı. Dolayısıyla Avrupa değerler manzumesi gibi son derece verimli bir alanın da kolonize edildiği anlaşılmıştı. Artık neredeyse bütün dünya Batı’yı yeni bir bakış açısıyla sorgulamaktaydı. Başta İngiltere ve ABD olmak üzere Batı’yı temsil eden ülkeler Gazze’de insanlık karşısına başka bir yüzle çıkmak zorunda kalıp yakayı ele verdiler. Bu kadar mühim bir gelişme karşısında öfkenin muhakkak anılan ülkelere yönelmesi gerekirdi.
Geçmişte Türk fikir hayatına yön veren kimi çevrelerin özellikle İngiltere ve ABD kaynaklı yönlendirmelere açık olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz. Bunlar içinde kimileri Kraliyet ailesinin bazı üyelerinin ve prenslerin Müslüman olduğu iddiasını gündeme taşımış, kimileri de Avrupa fikir hayatının önde gelen şahsiyetlerini “gizli Müslüman” diye pazarlamaya çalışmıştı. Bunlar elbette amaçtan yoksun faaliyetler değildi. “Işık Doğu’dan gelir” hükmünün karşısına “Güneş Batı’dan doğacak” tezini koymaya çalıştıkları çok açıktı. Bu, fikir hayatının umumî meseleleri ile sınırlı olmayan bir durumdu. İsrail’in varlığıyla alakalı meseleler de aynı çevreler tarafından muğlaklaştırılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Filistin İngiliz manda yönetimiyle idare edilirken Yahudi göçü yeni bir Avrupa kolonisinin kurulduğunu gösteriyordu. Fakat her ne hikmetse bugün olduğu gibi muhafazakâr öfke yine başka kaynaklar tarafından yönlendirildi. Özellikle İngiltere’nin bu meseleye dahli görünmez kılındı. İsrail’in varlığı Yahudi ilahiyatı çerçevesinde izah edildi. Özellikle muhafazakârlar arasında İsrail’in dokunulmazlığı düşüncesi egemen kılındı. İkinci Dünya Savaşı sonrasına damga vuran eserlerin yeni bir gözle okunması bizi farklı sonuçlara götürecektir. Fikir hayatımızı Yahudi tarihinin kavramları ile şekillendirdiler. İsrail, Filistin topraklarında inşa edilen yeni bir koloni yapıydı fakat fikir hayatımızı besleyen kaynaklar başka şeylerden bahsediyordu.
Bu dönemde İngiltere ve ABD kaynakları Yahudi devleti fikrini Holokost’un telafisi olarak sundu. Hâlbuki Theodor Herzl de dâhil olmak üzere önde gelen bütün Siyonistler İsrail’i bir Avrupa kolonisi olarak inşa ettikleri inancından bir milim sapmamışlardı. Oysa Yahudi devleti fikri “Siyonist kolonicilerle kolonize edilen Filistin’in yerli insanlarını meşru haklar çerçevesinde eşitliyordu”. İsrail emperyalizm suçlamasından muaf tutuluyor, İngiltere ve ABD nezdinde Batılı değerlerin evrenselliği fikrine halel getirilmiyordu. Yahudilik, masonluk, Bilderbeg toplantıları, gizli servislerin gücü gibi başlıklar altında ortaya atılan fikirlerin çok önemli bir kısmı gündemi farklı yönlere çekmek gibi masum olmayan sonuçlara yol açıyordu.
7 Ekim’den sonrayı ise farklı bir şekilde görmek gerekiyor. Batı menfur tarihinin gerçekleriyle ilk defa insanlığın karşısına çıkmak zorunda kaldı. İngiltere ve ABD, Almanya ve Fransa İsrail aynasında kendini göstermekten çekinmedi. Kuşkusuz bu yeni durum Batı kamuoylarında da tepki uyandırmaktadır. Fakat Batı’nın menfur tarihiyle bütün insanlığın yüzleşmesine en fazla katkı veren başta Türkiye gibi ülkelerin içeriden cezalandırılmak istenilmesini de yeni bir durum olarak görmemiz gerekir. Muhafazakâr öfkeyi yönlendiren çevrelerin baştan beri FETÖ iltisaklı kaynaklarla açık ilişkisi son derece önemlidir. Bu çevrelerin varını yoğunu ortaya koyarak muhafazakâr öfkeyi manipüle etmek isteyecekleri çok açıktı. Çünkü en azından 2009’dan itibaren muhafazakâr gruplara sızma eylemi başarıyla tamamlamışlardı.
Büyük karşılaşmanın tam ortasındayız. Herkes tarafını belirginleştiriyor.