Sanatçının ressam olarak portresi: David Lynch

04:0019/01/2025, Pazar
G: 19/01/2025, Pazar
Samed Karagöz

Kristine McKenna ile beraber yazdığı Room to Dream isimli otobiyografinde “Her zaman bir şey yapıyorsanız diğer şeyleri yapmamanız gerektiği olmuştur -örneğin bir film yapımcısı olarak tanınıyorsunuz ve ayrıca resim yapıyorsunuz, o zaman resimleriniz bir tür hobi olarak görülüyor, golf oynamak gibi. Ünlü bir ressamsınız ve durum tam da böyleydi” diyor geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Amerikalı sanatçı David Lynch [1946-2025]. Yönettiği filmlerin kültleşmesi, onun ressamlığını çoğu zaman gölgede

Kristine McKenna ile beraber yazdığı Room to Dream isimli otobiyografinde “Her zaman bir şey yapıyorsanız diğer şeyleri yapmamanız gerektiği olmuştur -örneğin bir film yapımcısı olarak tanınıyorsunuz ve ayrıca resim yapıyorsunuz, o zaman resimleriniz bir tür hobi olarak görülüyor, golf oynamak gibi. Ünlü bir ressamsınız ve durum tam da böyleydi” diyor geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Amerikalı sanatçı David Lynch [1946-2025]. Yönettiği filmlerin kültleşmesi, onun ressamlığını çoğu zaman gölgede bırakmıştır. Eraserhead, Blue Velvet, Twin Peaks, Dune, Mulholland Drive’ın da aralarında bulunduğu sinema tarihinde son derece önemli eserlere imza atmış, Palme d’Or, Cesar gibi ödüller kazanmış, 4 kez Oscar adaylığı olan, 2020 yılında Oscar Onur Ödülü kazanmış bir yönetmenin ressamlığının geride kalması son derece anlaşılabilir bir durum. “Resim yapmadığım zaman resim yapmayı özlüyorum” da diyor aynı kitabında.

Yönetmenliği çok bildiği için ben sanatçının ressamlığından ve resimlerini filmleriyle ilişkisinden bahsetmek istiyorum. Resim ve sinema arasındaki köprüler Lynch’in sanatsal pratiğinin, üretimlerinin temelini oluşturur. Lynch’in resimleri, deformasyona uğramış insan figürleri, belirsiz mekânlar ve yoğun dokularla doludur. Bu görsel dil, daha sonra filmlerinde sıkça karşımıza çıkacak olan temaların habercisidir. Lynch’in resim ve filmleri arasındaki bağ, estetik ve tematik benzerliklerde açıkça görülür. Resimlerindeki dokusal yoğunluk, filmlerindeki görsel kompozisyonlara yansır. Örneğin, “Eraserhead” (1977) filmi, Lynch’in erken dönem resimlerinde gördüğümüz endüstriyel karamsarlık ve organik çürümelerin sinematografik bir karşılığıdır. Filmdeki mekânlar, Lynch’in tuvaldeki fırça darbeleri kadar yoğun ve katmanlıdır. Aynı şekilde, “Blue Velvet” (1986) ve “Twin Peaks” (1990-1991) gibi eserlerinde de görülen gerçeklik ile rüya arasındaki belirsiz sınır, Lynch’in resimlerinde olduğu gibi rahatsız edici ve düşündürücü bir etki yaratır.

Lynch’in resimlerinde sıkça karşılaşılan bir diğer tema ise insan bedeninin grotesk tasvirleridir. Bu, “The Elephant Man” (1980) ve “Eraserhead” gibi filmlerinde de belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Lynch, bedenin fiziksel sınırlarını ve deformasyonlarını, insanın içsel korkuları ve kimlik krizleriyle ilişkilendirir. Bu yaklaşım, hem resimlerinde hem de filmlerinde izleyiciyi rahatsız eden ama aynı zamanda büyüleyen bir estetik sunar. Lynch’in renk kullanımı da dikkat çekicidir. Resimlerinde genellikle koyu, mat tonlar hâkimken, ani parlak renk patlamaları izleyiciyi şaşırtır. Bu renk anlayışı, filmlerindeki aydınlatma ve sahne düzenlemelerinde de karşımıza çıkar. Örneğin, “Mulholland Drive” (2001) filmindeki parlak Hollywood ışıkları ile karanlık ve tehditkâr gölgeler arasındaki tezat, Lynch’in resimlerindeki renk kontrastlarını anımsatır.

Lynch’in resimlerinde ve filmlerinde anlatı her zaman doğrudan değildir; daha ziyade semboller, imgeler ve atmosfer üzerinden bir hikâye anlatılır. Filmlerindeki diyalogların minimalizmi ve sahnelerin uzun süre belirsizlik içinde bırakılması, resimlerinde gördüğümüz gizemli ve yorumlamaya açık kompozisyonlarla paralellik gösterir. Lynch, hem bir ressam hem de bir yönetmen olarak, izleyiciyi kendi bilinçaltına yolculuk yapmaya davet eder.

Bir başka önemli bağ, Lynch’in yaratıcı süreçteki yaklaşımıdır. Kendisi, sanatsal üretimini genellikle sezgiye dayalı olarak tanımlar. Bu sezgisel yaklaşım, resimlerinde olduğu kadar filmlerinde de hissedilir. Lync’’in her iki disiplinde de doğaçlama ve keşfe açık olması, eserlerinin özgünlüğünü artırır. Örneğin, “Inland Empire” (2006) gibi bir filmdeki hikâye yapısının deneysel doğası, Lynch’in tuval başındaki özgür ve sınır tanımayan yaklaşımıyla büyük benzerlikler taşır.

David Lynch’in resim ve film çalışmaları birbirini besleyen, paralel ilerleyen ve ortak bir estetik anlayışı paylaşan iki yaratıcı damardır. Resimlerindeki karanlık ve yoğun atmosfer, filmlerinde görsel ve anlatısal bir zenginliğe dönüşür. Lynch, her iki alanda da izleyiciyi rahatsız edici olduğu kadar etkileyici bir dünyaya çeker. Bu nedenle, onun sanatı sadece bir disiplinde değil, hem görsel hem de işitsel düzeyde bir bütün olarak değerlendirildiğinde tam anlamıyla anlaşılabilir. Lynch’in eserleri, izleyiciyi bilinçaltının karanlık sularında yolculuğa çıkarırken, bu iki sanat formu arasındaki derin bağlantıyı da ortaya koyar. Şimdiye kadar Türkiye’de hiç David Lynch sergisi düzenlenmedi. Belki vefatı vesilesiyle sanat kurumları sanatçının resimlerini sergilemeyi düşünür.

#Aktüel
#Hayat
#Samed Karagöz