Birlikte katıldığımız bir televizyon programında, “Kürt sorunu artık çözülmüştür” diye kestirip atmıştı.
Hatta, dilinin altında yatanı tastamam öğrenmek için program arasında tekrar sormuştum.
“Kürt sorunu artık bitti…” diyor başka bir şey demiyordu. (Avni Özgürel dostumuz hatırlayacaktır.)
Muhteremin kavline göre “Dönemin Başbakanı'nın” açıkladığı “demokratikleşme paketi” Kürt meselesini kökünden çözmüştü, artık çözülecek sorun falan kalmamıştı.
Hülasa, iş bitmişti.
Mor Gabriel Manastırı'nın arazisinin iadesini kapsayacak kadar geniş olan söz konusu paketteki Kürtlerin haklarıyla ilişkili düzenlemeleri maddeler halinde hatırlayalım: 1) Özel öğretim kurumlarında Kürtçe eğitim ve öğretimin mümkün kılınması 2) İlkokullarda, Kürt çocuklarına da, “Türküm, doğruyum” dedirten andın kaldırılması 3) Kimi il ve ilçelerin isimlerinin Kürtçe orijinalleriyle değiştirilmesine izin verilmesi 4) Seçim sistemi ve Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılacak değişikliklerle partilere devlet yardımı, seçim barajı, Kürtçe dâhil başka dil ve lehçelerde propaganda, eş genel başkanlık, partilere üyelik gibi konularda siyasal katılımı genişletici adımların atılması 5) W, Q, X gibi harflere müsaade edilmesi…
Uzun lafın kısası, “sorunun” çözülmesi için bunları yeterli görüyordu.
Yani, bir ara önerdiği gibi Apo'nun (Öcalan) paşa yapılması gerekmiyordu.
Gelgelelim…
“Demokratikleşme paketinin” açıklandığı 2013 tarihinden itibaren, PKK – KCK- HDP (ve önceki adıyla BDP) nerdeyse her hafta, “şunu da yapmazsanız barış süreci biter ha!” veya “bu hafta şu adımı attınız attınız, yoksa çözüm süreci biter” veya “savaş planımız var, tüm hazırlıklarımızı yapmışız, biz savaşı sürdürmek istiyoruz” veya “yakında devrimci halk savaşı başlayacak” yollu tehdit ettiler!..
Bu durumda muhterem ne yapmalıydı?
En azından, “Kürt sorunu çözüldü, siz neyin peşindesiniz” demesi gerekmez miydi?
Hayır, demedi.
Zira başka, bambaşka bir derdi vardı. Öyle bir dert ki bu, uğruna yapmayacağı şey yoktu.
O kadar ki dün çözüldü dediği “Kürt sorununu” yeniden başlatabilirdi.
Yeter ki mahut dert bitsin, 30 bin can daha toprağa düşmüş, ne gamdı. (Zaten genel yayın müdürü de bu dert uğruna HDP'yi arka kapıdan ziyaret edecekti. )
Evet, muhteremin derdinin ne olduğu anlaşılmıştır sanırım.
“Paralel yapı” tasfiye edilemesin diye kendine jilet atma pahasına canhıraş savunmaya geçti.
Neler yapmadı ki?!
Daha önceleri yerden yere vurduğu HSYK'ya göğsünü mü siper etmedi, adalet diyerek Jüristokrasiyi savunmaya mı başlamadı, “adaletin keskin kılıcı inecek ve bazı başlar yere düşecek” şeklinde racon mu kesmedi, Sayın Gül'e el frenini çek çağrısı mı yapmadı, gündüz gözüyle AK Parti kapatılsın mı demedi?
Hülasa, bu dert uğruna her yola kalem düşürdü, ama olmadı.
Olmayınca da boşta kaldı; boşta kalınca da, her zaman yaptığı gibi Ali Bulaç'la tandem oymaya başladı. En son olarak “Ajan” işine girdiler. (Ne ki, daha evvel aynı ikilinin girdiği “İslamcılık” işi kadar bile tutmadı.)
Demem o ki, muhteremin böyle talihsizlikleri vardır.
Saygıdeğer eski eşi (fakülteden öğrencisiydi) AK Parti'den milletvekili odu. Yazık, kendisi olamadı.
Üstelik…
“Siyasetin bu soylu çağrısına, ben de cevap vermeye karar verdim (...)Sadece tarih yapılırken tarihi yapanların yanında olmak, yükselen binanın mimarisine karınca kararınca katkıda bulunmak istiyorum (...) Artık fildişi kuleden çıkıp, taşın altına elimizi koyma vakti...” diyerek yazı yazdığı gazeteye veda ederek AK Parti'den aday adayı oldu, ama aday bile olamadı.
“Tarih yapanların yanında” olma fırsatını ele geçiremeyince, “tarih yapanlara” düşman kesildi.
Faşistlik aynı zamanda psikolojik bir haldir.
Ben kendisini severim. Düzelir diye de çok umut ettim. Ama olmadı. Zamanla daha da kötüye gitti.
Bir yılı aşkın süre önce “kendine jilet atan adam” aşamasından “kendini iptal eden adam” aşamasına geçtiğini söylemiş, bir sonraki aşamanın da maalesef “meczupluk” olduğunu belirtmiştim.
Hayli zamandır okumuyorum, bir okurumun sayesinde dünkü yazısına baktım ki ne göreyim; muhterem kelimenin tam anlamıyla “meczup” olmuş!
Diyor ki: “Bana çizmelerimi giydirmesinler, ellerinde kalan iktidar kulpu boğazlarına dizilir…”
Ne yapacak bilemiyorum!
“Kurşun atan da kurşun yiyen de…” diyerek Tansu Çiller'e danışmanlık yaptığı “faili meçhullerin” arzı endam ettiği günleri mi özledi acaba?
Boğaz kesen kulak kesen IŞİD veya DEAŞ bile işkence konusunda muhterem kadar “yaratıcı” olamaz.
Muhteremin dünkü yazısından (kıvırma payı için de 'mecaz' dediği) şu dehşet ifadeleri okursanız ne demek istediğimi anlarsınız: “Önce çıplak vaziyette katrana batırılacak, sonra elleri arkadan bağlı eşeğe ters bindirilip memleketin orta yerinde teşhir edilecekler. Adaletin terazisini tersine çeviren zorbalar ise ayak parmaklarının üzerinde yükseltilip, dükkanlarının kapısına kulaklarından çivilenecek…”
Muhterem, Apo'yu paşa yapamadı ama kendisi gördüğünüz gibi “Meczup Paşa” olmayı başardı.
“Bana çizmelerimi giydirmesinler” dediğine göre, bu meczup haliyle başka ne olabilirdi ki.