Henrik Ibsen'in 'Bir Halk Düşmanı' oyunu, bir asır öncesinden, sanki şu bizim müptezel liberallerin melanetlerini de anlatıyor.
Tiyatroyla az çok ilgilenen herkes bilir bu oyunu. (Fakir de orta mektep sıralarında okumuş, üniversite yıllarında da AST'tan izlemiştim.)
Hülasa edeyim:
Dr. Tomas Stockmann halkın sağlığı için neyi var neyi yok koyar ortaya. Şehrin kaplıcalarına zehirli kimyasalların karıştığını ortaya çıkartması nedeniyle belediye başkanı olan öz abisi dahil, menfaat şebekelerinin veya statükonun nefretini kazanır. Çocukları da okuldan atılır, en yakın arkadaşının işine son verilir ve hatta taşlanır. Yetmez gibi bir de papazların “mülâane”sine maruz kalır.
Lakin doktorumuz yolundan dönmez, yani, halk zehirlenmesin diye mücadelesini sürdürür.
Çıkar çevreleri de mobbing ve tacizin ardından çatallı dilleriyle algı operasyonunun kralını yaparlar:
Halk sağlığı için her şeyini feda etmeye hazır olan Dr. Tomas Stockmann'ı “Bir Halk Düşmanı” ilan ederler.
En kötüsü de, bu kahpe algı, doktorun çevresinden şehrin alanlarına, hatta kılcal damarlarına kadar yayılır.
Uzun lafın kısası, Dr. Tomas Stockmann halk zehirlenmesin diye verdiği mücadelenin bedelini ağır öder.
Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan'a da halka hizmetinin bedelini ödetmek istiyorlar.
Olan bitenin özeti budur.
Bir farkla ki, bunlar, “halk düşmanı” değil, “diktatör” iftirasını attılar. Sonuçta aynı kapıya çıkar; zira her “diktatör” aynı zamanda halk düşmanıdır.
Peki nasıl oldu bu?
Sayın Erdoğan 2011'den evvel Ortodoks vesayetçilerin nefretini kazandı.
“Barış sürecini” başlatmakla da, “Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır: hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı…” düşüncesinde olanların kin ve nefretine duçar oldu.
Malumunuz, 2011'den sonra da “paralelcilerin” vesayetine direndi.
Sen misin “paralelcilere” direnen; ulusolculardan düşkün liberallere kadar alayı birden çıngar çıkardı.
Eski yeni tüm vesayetçiler, velhasıl gladyo, dört koldan harekete geçti.
İlhan Selçuk'un Cumhuriyet'i bir günde, “yandan çarklı paralelci gazete” Taraf oldu; Gazi Paşa'nın gözlerini logo yapan Sözcü gazetesi matine - suare Pensilvanya'nın gözlerine bakar oldu; Dumanlı Zaman'ı Aydın Doğan'ın adamlarıyla tandem oynar oldu; “mülâaneciler” HDP'yi arka kapılardan ziyaret eder oldu; PKK'yla neden savaşmıyoruz diyenler “ordu soruyor, neden savaşıyoruz” manşetleri kotarır oldu, velhasıl-ı kelam hepsi bir oldu, fitnecileri ve fırsatçıları da yanlarına alıp Erdoğan'a hasım oldu.
Türkiye'nin Türkiye'den yönetildiğini sanmanın bedeli ağır oldu.
“Türkiye Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir ülke” diyen bir zamanların Hürriyet köşe yazarı o “çakma liberal” en azından 2011'den itibaren maalesef haklı çıktı.
Sevgili Çandar da 17 Aralık darbe teşebbüsünden birkaç hafta evvel tevekkeli dememişti: “iktidarda kalmayı sadece Türkiye'deki sandık zannetmeyin” diye.
Kardeşlerim, ödetmek istedikleri bedel, Erdoğan'ın şahsında, bu milletin kendi kaderini eline alma iradesinedir.
Çünkü…
Erdoğan'ın bütün suçu, milli iradenin tecelli etmesine engel olan (Murat Belge'nin ifadesiyle) “dış destekli” paralelcilerin vesayetine çomak sokmaktır.
NOT: Boşuna hava atmayın, nihayetinde, Çalışkan Koray'ın öğretim görevlisi olduğu bir üniversitede okuyorsunuz, dediğimde, Boğaziçili gençler bir ufaktan mahcup olurlardı. Letonya beraberliğini bile Tayyib Erdoğan'a bağlayan bir öğretim görevlisi, takdir edersiniz ki sadece öğrencileri değil o üniversitenin temizlik işçilerini de mahcup eder. (Bu durumda, 3-0'lık Hollanda galibiyetini de, Lefter'i kaleci zanneden Kılıçdaroğlu'na yazmıştır.)
Çalışkan Koray 1 Kasım seçimlerinde aday olmak için ayrılmış. Gördüğünüz gibi erken seçimin böyle “erken” faydaları da oluyor. Neyse, Boğaziçi Üniversitesi'ne büyük geçmiş olsun.