Nasreddin Hoca latifelerinde dikkat çeken bir husus da yokluk ve kıtlık konusunun çokça işlenmiş oluşudur. Bu kıtlığın, Hoca'nın yaşadığı çağda cereyan eden savaşlarla; bilhassa Moğol ve Haçlı saldırıları ile bir ilgisi olsa gerektir.
Haçlı Savaşları sırasında Anadolu'ya saldıran Katolikler, yalnızca soykırım yaparcasına canlı namına ne varsa öldürmemişler aynı zamanda tüm şehir, köy ve kasabaları talan etmiş, yakıp yıkmışlardır. Öyle ki insanın ve hayvanın (binek olarak kullandıkları eşek sürülerinin) yiyebileceği akla gelen ne varsa yiyip tüketmişler, ekili hiçbir mahsül kalmadığı gibi ağaçları bile yok etmişlerdir. Tarihçiler, Haçlı Saldırıları sonrasında, onların geçtiği güzergâh üzerindeki bölgelerde yüz yıla yakın bir süre hayat olmadığını söylüyorlar.
Şimdi mizahî unsura değil de metnin fonundaki ekonomik ve sosyal tabloya yoğunlaşarak bazı Nasreddin Hoca latifelerini hatırlayalım.
Hocanın evine kıymetli misafirler gelir. Hoca usulünce buyur eder, yer gösterir, oturtur. Birazdan da koca bir sini ile içeri girer. Sofra bezini serip siniyi üstüne kor, kaşıkları etrafına dizer, boş bir çanağı da sofranın ortasına koyar.
Misafirlere dönerek “İşte, der, biraz unumuz, biraz yağımız ve biraz tuzumuz olsaydı nefis bir çorba pişirecek, bu çanaktan işte şu kaşıklarla içecektik!”
Ama bir çorba pişirmeye yetecek miktarda dahi evinde yiyecek yoktur Hoca'nın. Durum, bildiğimiz “açlık seviyesi”nde bir yoksulluk tablosudur.
Mekke müşriklerinin ambargosu yüzünden Müslümanların açlık çekmesi ve karınlarına taş bağlaması sahnesini hatırlatan bir yokluk durumu.
Bir diğer latifede Hoca, gölün kenarında oturmuş, kuru ekmeği suya batırıp ıslatarak yemektedir. Bir yandan da gölde yüzen ördekleri seyretmektedir.
Olayın bir yaz mevsiminde ve Hoca'mızın yaşlılık dönemlerinde geçtiğini söyleyebiliriz. Büyük bir kıtlık olmalıdır ki gençlik yıllarında imam, olgunluk dönemlerinde kadı ve nihayet medresede müderris olmuş böylesine saygın bir insan bile ancak suya batırılıp ıslatılarak yenilebilecek kuru ekmekten başka bir yiyecek bulamamaktadır.
Oradan geçen biri “Hocam ne yiyorsun” diye sorar. (Ki muhtemelen o da açtır ve belki sofraya (!) davet edilmeyi ummaktadır.) Hoca, gölde yüzen ördekleri işaret ederek, “Ördek çorbası içiyorum!” der.
Yeri gelmişken söylemek isterim ki böyle bir cevabı da ancak Allah'ın veli kulları verebilir. İçinde yüzen ördekleriyle, etrafının ağaçları, sazlarıyla bütün bir gölü kocaman bir çorba olarak görebilmek, eşyayı ve hâli bu gözle görebilmek şükür bilincinin de bir göstergesidir. Sıradan bir iyimserlik değildir bu. Burada hakikaten yoksullukla bile alay edebilen sûfiyane bir mizah vardır.
Yine Hoca, bir tabağa kar doldurup kaşıkla yemeyi denemektedir. Soranlara, “Kar helvasını icad ettim ama ben de beğenmedim!” der.
Burada da aslında hiçbir yiyeceğin bulunmadığı bir çaresizlik durumu tasvir edilmiştir.
Tavşanın suyunun suyu, ölme eşeğim ölme, evde çalınacak değerdi bir şey bulunmayışı yüzünden hırsızlara ayıp olur diye saklanması gibi daha bir çok fıkranın arka planında yokluğu görebiliriz. Üstelik bu yalnızca Nasreddin Hoca'nın yaşadığı bir durum değil genel bir toplumsal sıkıntıdır.
Moğol salıdırılarının en ölümcül olanı 1243'te Kösedağı savaşı ile yaşanmış, ordumuz dağılmış ve Selçuklu devleti sona ermiştir. Ülke beyliklere parçalanmış, Haçlılar'ın yağması bir yandan Moğollar'ın yıkımı ve yağması öte yandan Müslüman Anadolu halkı, büyük felaketler yaşamıştır.
Bu yıkım tablosundan çıkışı sağlayansa iki büyük kurum olmuştur diyebiliriz. Bunların ilki İslam ahlakı ve yüce bir ruh disiplini içinde örgütlenen esnaflarımızın gerçekten ihya edici kurumu olan “Ahilik teşkilatı”, diğeri Vakıflar olmuştur.
Ancak hem esnafı hem vakıf sahiplerini eğiten ve yönlendiren, onları bu onarıcı, yapıcı, yaşatıcı değerlerle donatıp sevk ve idare edense Anadolu Alperenleri dediğimiz büyük İslam bilginleri ve sûfileri olmuştur.
Latif kişiliği ve yüce gönüllülüğü ile örnek olan, eğitimci ve yönetici olarak fedakârlığı ve feragati telkin eden, insanın süflî ve bayağı yönleriyle mücadele eden Nasreddin Hoca, Anadolu'nun bu yıkım döneminin ardından yeniden ayağa kalkışının, kelimenin tam anlamıyla “Diriliş”in öncülerinden olmuştur.
Öyle ki Nasreddin Hoca'nın vefatının (1284) 15 sene sonrasında 1299'da Osman Bey'in “Bey” olduğunu ve yüz yıl geçmeden bütün Balkanların İslam'a açıldığını görüyoruz. Kosova'nın fetih tarihi ise 1389'dur.
Açlığa, kıtlığa, doğudan batıdan kan dökücü vahşi saldırılara direnerek, bir ölüp bin dirilenlere selam olsun.