Türkiye'nin İsrail'le ilişkileri normalleştirme yoluna girmesi eleştiriliyor, doğal olarak. Doğal olarak, zira One Minute ve Mavi Marmara'dan bu yana, Türkiye'nin yürüttüğü İsrail politikası ile şimdiki yumuşama sinyalleri taban tabana zıt bir görüntü arzediyor.
Onu bırakın, Filistinli Müslümanların yurdunu gaspeden ve yıllardır Müslüman katleden İsrail'e karşı, Türkiye'nin dindar kesimlerinin onyıllardır biriktirdiği ortak öfkenin taşıyıcısı oldu AK Parti. Erdoğan'ın bu kadar sevilmesinin bir nedeni de toplumun bu hassasiyetini sembolize eden gelmiş geçmiş ilk siyasetçi olmasıydı. O, İsrail'le hep “dost” olagelmiş, böylesinin daha “güvenli” olacağını düşünmüş, kokmaz-bulaşmaz sağ siyasi geleneğe karşı, İsrail'e karşı masaya yumruğunu vuran ilk Başbakandı.
Dolayısıyla ortada neredeyse varoluşsal denebilecek bir çelişki var gibi gözüküyor ve buna basit bir tutarsızlık deyip geçmek için; fazla derin ve fazla eski bir isyan duygusu ve bu duygunun taşıyıcılığını üstlenmiş bir siyaset bulunuyor.
Oysa, İsrail için de durum hiç farklı değil. 7 Haziran seçimlerinden sonra İsrail'den gelen tepkileri hatırlayın: Sözgelimi, AK Parti'nin 12 yıllık iktidarında İsrail'e karşı yürüttüğü politikaları sıralayan İsrail Today seçim sonuçlarından duydukları memnuniyeti gizlemeye bile gerek duymadan “Erdoğan gitti, artık daha güçlüyüz” başlığını atmıştı.
Keza, Jarusalem Post seçim sonuçlarını etekleri zil çalarak “Erdoğan için kötü, İsrail için iyi” başlığıyla duyurmuştu. Hatta daha da ileri gidilmiş, aynı gazetede bir analizde “Laikler Erdoğan'ı alaşağı ederse o zaman İsrail, Türkiye ile ilişkilerinde umutlanabilir” denilmişti. Aynı günlerde başka medya organları “İstanbul'a dönüyoruz”, “Yeni dönemde rahatız” başlıklarını atmış, ”Bir yara açtık, arkası gelir de Erdoğan hakikaten giderse, o zaman Türkiye bizim” cümlelerini telaffuz etmişti.
Yani, bugünden bakıldığında, kendiyle çelişmeyi göze alan tek yönetim Türkiye'ninki değil gibi gözüküyor. İsrail de ezel-ebed düşman bellediği Erdoğan'ın yönetimindeki Türkiye'ye zeytin dalı uzatmayı içine sindirebiliyor.
Neden hem Türkiye, hem İsrail karşılıklı olarak bu durumu kabullenebiliyor? Çünkü, Ortadoğu'daki atmosfer hem İsrail'i hem Türkiye'yi buna mecbur ediyor. Kişisel olarak, ne Erdoğan'ın ne de Davutoğlu'nun; ne İsrail yönetiminden zerre miskal hazzettiğine ne de İsrail'in politikalarını bir an olsun doğru bulabileceğine beni hiç kimse inandıramaz.
Ancak, ortada Ortadoğu'nun başına musallat olmuş İran gerçeği var: Gerek mezhepçilik yaparak bölgede muhtemel büyük bir savaşın tohumlarını atmakta olan, gerek Esed'e destek vererek yüzbinlerce Müslümanın ölümünde, milyonlarcasının da yerinden edilmesinde dolaylı rol üstlenen, gerekse PYD'yi ve PKK'yı destekleyerek Türkiye'nin altını oymaya çalışan İran…
Ortada, hergün ya açlıktan kemikleri sayılan, ya hastanede sargılar içinde ölmek üzere olan çocuk fotoğraflarını kanıksadığımız, artık acıyan yerlerimizin bile nasır bağlayacak denli çok maruz kaldığı ölüm fotoğraflarıyla Suriye var. İran'dan aldığı destekle yüzbinlerce insanı öldüren, bataklık gibi terör örgütlerini büyüterek dünyanın başına bela eden bir Suriye yönetimi var. Ve İran güçlü oldukça ne Suriye'nin yönetimi değişecek, ne ölümler bitecek, ne terör örgütleri zayıflatılabilecek ne de PKK'nın semirmiş özgüveni söndürülebilecek.
Rusya gibi, Irak gibi, Lübnan Hizbullahı gibi İran işbirlikçilerinin bölgenin geleceğinde nasıl bir rol alacağının öngörülemediğini de unutmayalım. Hatta şimdiye dek sayılan tehlikelerin hiçbiri sözkonusu olmasa bile İran'ın yürüttüğü mezhep davasının yeterince tehlikeli olduğunu, mezhepçiliğin geçmişte 10 yıllık bir savaşa ve bir milyon kişinin ölümüne sebep olduğunu hatırlayalım…
Sonuçta, Türkiye'nin bütün bu tehlikeleri bertaraf edebilmek için bölgede güçlü müttefiklere ihtiyacı olduğu kesin… Şu da kesin; şimdilerde İsrail'le ilişkileri normalleştirme yolunda adım attığı için eleştirilen Erdoğan, İsrail'in deyim yerindeyse “karizmasını çizen” ilk kişiydi!...
Bakalım, bundan sonra neler olacak… İzleyelim görelim…