Frankofon

04:002/03/2018, Cuma
G: 2/03/2018, Cuma
Özlem Albayrak

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Afrika’daki dört müslüman ülkeyi kapsayan ziyareti başladığından bu yana sosyal medyada, konvansiyonel medyada, haberlerde ve ekranlarda “frankofon” ifadesi geçiyor. Çoğu kişinin bildiği gibi frankofon, Fransızca konuşulan ülkeler anlamına geliyor ve aslında bir yandan da vaktiyle Fransa’nın sömürgesi olmuş, en azından bir süre Fransızların elinde bulunmuş ülkeleri de tanımlıyor.Frankofon ülkelerin hangileri olduğunu merak edip internete girdiğinizde ise onlarca ülkeyle

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Afrika’daki dört müslüman ülkeyi kapsayan ziyareti başladığından bu yana sosyal medyada, konvansiyonel medyada, haberlerde ve ekranlarda “frankofon” ifadesi geçiyor. Çoğu kişinin bildiği gibi frankofon, Fransızca konuşulan ülkeler anlamına geliyor ve aslında bir yandan da vaktiyle Fransa’nın sömürgesi olmuş, en azından bir süre Fransızların elinde bulunmuş ülkeleri de tanımlıyor.



Frankofon ülkelerin hangileri olduğunu merak edip internete girdiğinizde ise onlarca ülkeyle karşılaşıyorsunuz. Sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Batı Afrika’daki ziyaret güzergahında bulunan Cezayir, Moritanya, Senegal ve Mali değil; Kamerun’dan Kongo’ya, Madagaskar’dan Tunus’a, Mısır’a, Kanada’ya, Belçika’ya, Lüksemburg’a kadar 50’den fazla ülke Frankofon olarak geçiyor. Hatta, halihazırda Frankofon Ülkeler Birliği diye bir oluşum olduğunu, bu oluşuma mensup bazı ülke halklarının bir kısmının Frankofon olmaktan gurur duymak gerektiğini düşündüğünü bile öğreniyorsunuz.

Nüfusunu Fransızların oluşturmadığı ülkelerde neden Fransızca konuşulduğuna ve bunun neden mutlu olunması gereken bir hal olduğuna gelince: Evet, mesele açık. Konu sömürgecilik; hepimizin lise yıllarından bu yana bildiği o klasik hikaye. Endüstri devriminden sonra, kapitalizmin ortaya çıkması ya da bu ikisinin birbirini doğurması; ağır sanayi dönemine girmekte olan Batılı ülkelerin hammadde kaynağına ihtiyaç duymalarına neden olmuş, bu Batılı ülkelerin yoksul-güçsüz-bakir durumdaki üçüncü dünya ülkelerinin kaynaklarını sömürmeleri gerekmişti. Buraya kadar anlaşılmayan bir durum yok.

Sorun şu ki Batılı ülkeler, denizcilikteki keşiflerle de ilerleyerek tahakküm altına aldıkları ülkeleri ve kıtaları sömürme işlemini sürdürürken, sadece hammaddeleri, yükte hafif pahada ağır kaynakları toplayıp evlerine götürmediler; maddi sömürüyü, kültürel alana da taşıdılar. Kendi dillerini ve dinlerini; sömürgeleştirdikleri ülkelerin halklarına ama güzellikle, ama yarı-zorla benimsettiler.

Sömürgeleri üzerinde sadece ekonomik hegemonya kurmadılar yani, Gramsci’nin tabirini ödünç alarak söylersek kültürel hegemonya da kurdular. Sömürge ülkelerinde, dil de, din de özel bir hegemonya aracına dönüştü. Batılı ülkeler, sanki o sömürge ülkelerinin hammaddelerini, doğal kaynaklarını, zenginliklerini alıp evlerine götürmedi de, o bölgelere medeniyet götürdü. Daha doğrusu kültürel hegemonyanın kurulması, böyle bir görüntüye, yanılsamaya sebebiyet verdi. Bu durumun oluşmasına da, sömürülen ülkelerin içinden çıkan, yine Gramsci’nin tanımlamasıyla “organik aydınlar” katkı sağladı.

Bu yerel aydınlar, “beyaz batılı”nın muhteşem varlığı karşısında hissettikleri aşağılık kompleksi nedeniyle, hayranlıkla izledikleri sömürgeci kültürün, liderliğini yaptıkları yerel kitlelere sirayet etmesinin yolunu açacak söylemleri, eylemleri yaygınlaştırıp, kültürel hegemonyanın kurulmasına zemin ve olanak sağladılar. Zaten, sömürülen ülkenin içinden gelen aydınların desteği olmasa, sömüren Batılılar belki kaba güç yoluyla maddi iktidarı elde tutar, ama kültürel iktidarı sağlamada zorlanırlardı.

Anlayacağınız sömürgecilikte gerçek yenilgi ve gerçek kaybetmişlik kültürel alanda iktidarı elinde bulundurana teslim olmakla geldi. Kültürel iktidar özellikle dil ve din ikilisiyle sağlandı. Dil, kavramları, nesneleri olduğu kadar, duyguları, davranışları da ifade eder. Bir milletin, zekası da, adet ve gelenekleri de, ahlakı da, düşünme biçimi de dil aracılığıyla vuzuha kavuşur. Bu yüzden dilini kaybetmek, bir toplum için kendini kaybetmekle neredeyse eşittir. Çünkü dil, toplumsal bütünleşmeyi sağladığı gibi, kimliğin biçimlenmesinde de önemli role sahiptir. Hele de sömürme-sömürülme gibi, iktidara ancak ortak bir kimlik yoluyla karşı konulabilecek ilişki biçimlerinde dilin önemi hayatidir.

Sonuçta şekilde görüldüğü üzere, kendi dilini ve kendi dinini bırakan, Batılı sömürgecinin dilini ve dinini alan ancak “taklitçi” olur. Sömürgeci “efendi” olur, sömürülen de “vahşi” muamelesi görmeyi kabullenmiş sayılır. Zira kültürel hegemonyaya boyun eğme sonucunda, varolan yerel kültür ve ortak benlik de tıpkı yerel diller gibi yokolup gider. Sömüren beyaz Batılıya duyulan hayranlık hiç bitmemecesine kalıcı olur; bağımsızlık kazanıldıktan sonra bile sömürenin dili ve sömürenin diliyle konuşulur, kültürü yaşatılır. En sonunda da işgal, ölümsüzleşir.

Senegal köylüleri de Fransızlar gözünde, medeniyet değerlerini benimsemiş eşitler olarak değerlendirilmez, en fazla Fransızca konuşan vahşiler olarak kalır. Çünkü, efendi olamamış, efendilerin kötü bir taklidine dönüşmüşlerdir.

Doğu ülkelerinden birine mensup olduğu halde hiç sömürge deneyimi yaşamamış ülkelerin, bizim gibi çocuklarının bir sömürge ülkesine her baktığında kalbi kırılarak tanık olduğu durum budur.

Bana kalırsa, frankofon ülkelere biraz da bu nazarla bakmakta fayda var!

#Frankafon
#Fransa
#Afrika
#Sömürge