Öncelikle 21 Ocak Salı günü Kartalkaya’daki otel yangınında hayatını kaybeden kardeşlerimize Allah’tan rahmet, geride kalan kederli ailelerine sabr-ı cemil niyaz ediyorum. İnşallah bir daha böylesine akıl almaz lakaytlıklardan ötürü benzer elim hadiseler yaşanmaz.
Geçen haftaki yazıda herhangi bir dönemde insani düşüncenin temelinde bulunan asli ilkelerin işlevsizleşmesinin yol açtığı iki büyük krizden birinin inanç ve bilgi arasındaki bağın zayıflaması olduğunu söylemiştim. Bağın zayıflaması derken, asli ilkelerle irtibatın sadece veya çoğunlukla bir inanç meselesi olarak kavranmasını kastediyorum. Önce bunun nasıl bir kriz olduğunu açıklayalım.
İslam’ın tebliğiyle birlikte Hz. Peygamber (s) etrafında bir Müslümanlar cemaati oluşmuş ve bu cemaat kısa zamanda bilinen dünyanın önemli bir kısmında siyasi ve kültürel hâkimiyet kurarak büyük bir medeni hayat inşa etmiştir. Her büyük temeddün hareketinin dayandığı inançlar ve bu inançların uygulaması olan yahut uygulaması olduğu düşünülen yaşam tarzları vardır. İslam’da da bir inançlar manzumesi ve bu inançların gereği olarak ortaya çıkmış uygulamalar mevcuttur. Bu inançlar ve uygulamalar gücünü fiilen İslam’ın tebliğcisi olan Hz. Peygamber’den (s) alır. Yani tevhid, ahiret ve nübüvvet gibi Müslümanların temel akideleri ve bunların gereği olan bütün davranış kalıpları, doğruluk ve isabetini Hz. Peygamber’in hakikat idraki ile bu idrakin uygulaması olan sünnetinde bulur. Hayata ve varlığa bakışımızı şekillendiren ve derinden etkileyen “Allah vardır”, “peygamberlik haktır” ve “ölüm sonrası hayat vardır” cümlelerinin anlamını bilen ve bu bilgiyi bütün insanlara örnek olacak şekilde yaşam tarzı haline getiren Hz. Peygamber’dir. Dolayısıyla bu inançlar doğruluğunu, vahiy ve vahyin müştemilatında düşünebileceğimiz nebevi tecrübede bulduğu gibi uygulamalar da isabetini yine nebevî tecrübede bulurlar. Bu sebeple Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların cevabını aradığı temel soru, onun sahip olduğu hakikat bilgisi ve bu bilgiye uygun yaşantının nasıl sürdürüleceği olmuştur.
Erken dönemde ortaya çıkan fıkıh, hadis, kelam ve tasavvuf gibi şer’î ilimler bu soruya farklı açılardan verilen cevaplardır. Hicrî üçüncü asrın başında şer’î ilimler bütününe felsefî ilimler külliyatı da eklendi ve Müslüman filozoflar bu felsefi ilimleri, İslam döneminin söz konusu büyük sorusuna verilen cevapların bir parçasına dönüştürdüler. Bütün bu ilimler külliyatı topluca düşünüldüğünde Müslümanlığın sürekliliğinin esasında iki yoldan sağlanabileceği kanaatinin oluştuğu görülür. Birincisi, Kurân ve Sünnetin ihtiva ettiği manaların dilin ve mantığın imkânları kullanılarak insani tefekkür yoluyla kavranacağıdır. İkincisi ise söz konusu anlamları kavramanın ancak Hz. Peygamber’in tecrübesinin her nesilde yeniden tevarüs edilerek mümkün olacağıdır. Bunlardan ilki, kelamcı ve fakihlerin yolu iken ikincisi sûfîlerin yolu olmakla birlikte hem yorum hem de uygulamada kesişen tarafları da vardır. Süreç içinde filozoflar cemaati de derin farklılıklar barındırmakla birlikte bu iki yoldan birine denk düşen bir tavır geliştirmişlerdir.
Her iki yolda da asıl amaç, hakikat bilgisine tekabül eden inançlar ile bunların uygulamalarına dair idrakimizin tahkik edilmesidir. Tahkik burada taklidin zıddıdır. Evet, biz pek çok bilgimizi içinde doğup büyüdüğümüz toplumda işitme yoluyla öğreniriz. Fakat öğrendiklerimizi tecrübe ve tefekkür edebildiğimiz ve kendi tecrübe ve tefekkürümüzle yeniden inşa ettiğimiz ölçüde onları sürdürülebilir hale getiririz. Hayatımıza yön veren büyük inançlar ve onların gereği olarak davranışlarımız da böyledir. Bunlar sadece bize dil yoluyla ulaşan ve bir şekilde inanıp uygulayacağımız inanç ve davranışlar kümesinden ibaret değildir. Zira sadece inanca indirgenmiş kabuller, belirli zaman diliminde etkili olsalar bile kalıcı olamazlar. Bu sebeple klasik dönemde Müslümanlar inanç ve davranışlar kümesini bilginin bütün alanlarıyla uyumlu hale getirme çabasına girdiler ve bunu başardılar.
Batı bilimi ve yaşam tarzıyla karşılaşma tecrübesini derinden yaşamaya başladığımız on dokuzuncu yüzyıla kadar devam eden bu uyum, Batılılaşma tecrübesiyle birlikte gittikçe derinlere sirayet edecek şekilde bozulmaya başladı. Hatta bozulma sürecinin hâlâ doyuma ulaşmadığı söylenebilir. Dolayısıyla Müslüman dünyanın Batı’dan transfer ederek örgün ve yaygın eğitim kurumlarında talim ettiği çağdaş bilimsel bilgiler kümesi, İslam’ın klasik döneminde yerleşik kabul ve geleneklere dönüşüp farklı koşullarda yenilenme kabiliyeti kazanan inanç ve uygulamaları kendi alanına çekilmeye zorladı. Kriz de tam olarak bu kopuş ve çekilmede yuvalanmaktadır. Bu kopuş ve çekilmeyi bir tür yoksunluk olarak değerlendirebiliriz. İçtimai hayat söz konusu olduğunda söz konusu yoksunluk aynı zamanda yoksulluk, yolsuzluk, istikrarsızlık gibi bir dizi olumsuz durum olarak da karşımıza çıkmaktadır. Fakat meselenin tam olarak anlaşılması için kopuş ve çekilmenin belli başlı alanlarının biraz daha açılması gerekmektedir.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.