Eylül, yine birbiriyle kıyasıya yarışan yanardağların çılgın yarışıyla geldi hayatımıza.
Dünya bir cehenneme, hem de şimdiye kadarki tüm cehennem tasavvurlarını boşa çıkaracak bir yangın yerine dönüşmeye hazırlanıyor.
Elimizde olduğunu, kendimize ait olduğunu sandığımız herşeyi kaybedebileceğimizi daha derinden hissediyoruz...
Belki de unuttuğumuzu hatırlıyoruz yeniden, ve elimiz ne kadar kalabalıklaşırsa kalabalıklaşsın, aslında yüreğimizin hep tenha olduğunu acıyla farkediyoruz.
Kaybedecek çok şeyi olanlar da kaybedecek, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını söyleyenler de...
Yorgun dünya, sadece ölümle beslenen yaşlı bir katil gibi gençleşmek için ölümün lordlarını meydanlara salmaya hazırlanıyor.
Herşey 'bahane' belki de, yaşadığımız hiçbir şey gerçek değil sanki, dünya kan istiyor ve kostümler ona göre dikiliyor.
Bu kez daha derin bir özlemle içimize dönmek istiyoruz o yüzden.
Eylül güneşini, yüzü sokağa dönük bir cafe'de, bir bardak asi kahve eşliğinde yudum yudum eritmek istiyoruz damaklarımızda.
Avuçiçlerimizi güneşe göstermek istiyoruz, ilk kez bu Eylül'de keşfettik belki de, güneşin soylu sıcaklığını, avuçiçlerimizin gözlerimizden daha iyi görebildiğini.
Sevdiğimiz bir kadının avuçiçlerinde gördüğümüz sırları, bir nebze olsun Eylül'ün sıcaklığında da görebileceğimizi ummak istiyoruz.
Çok sevilen bir kadının gözlerinde gördüğümüz ışıltının, kaçamak ziyaretleri dokunuyor yüzümüze Eylül güneşiyle.
Sevgi sözlerinde, her türlü yıkımdan uzak bir esenlik bulduğumuz bir kadının 'ışıltılı' ve 'asil' gülümsemesi çınlıyor sanki Eylül sabahlarının sessizliğinde.
Ve o sessiz Eylül sabahları, o çok sevilen kadının ayrılık sözleriyle, binlerce ton yakıtla yüklü yüzlerce uçağın, yüreğimizin boyun eğmez kulelerine saldıracağını fısıldıyor sanki...
Ama çaresizliğe de yakın duruyor, Eylül sabahlarında sadece ürpertmek için esen o sakin rüzgar, ve aşk'ın istihbaratı ve stratejisi olamayacağını, aşk'ın kurallarını koyduğu yerde, tüm kibrimizin ve gururumuzun kağıttan bir kule gibi güçsüz olmayı arzulayacağını öğretmeye çalışıyor bize.
Bu yüzden belki de, hiçbir aşk ve hiçbir acı karşısında boyun eğmemiş olan küstahlığımız, gözlerinde okyanuslar kadar sırlar gizlenen bir kadının sözleri karşısında, gözlerimize gizlenemiyor artık, ve gözlerimiz toprağa gerçekten bakmaya başlıyor.
Toprak kadar saf ve temiz bir liman arıyoruz.
Aşk'ın olmadığı yerde, bizi Eylül'süz mevsimlerin beklediğini bilerek korkuyoruz. Bu korku işte ürpertiyor en keskin yanlarımızı bile. Dünyanın bir cehenneme dönmeye başlaması bile bu korkunun yanında sıradan bir duygu kırıntısından öteye gidemiyor.
Gerçekten, ne var ki ellerimizde? Kendimizin saydığımız hangi kudret bize ait? Aldığımız nefes, avuçlarımızda bile tutamayacağımız kadar uzak değil mi bizden?
Tenimiz bile ihanet etmiyor mu sık sık bize? Kendi arzuları sözkonusu olduğunda, en kolay ihanet ettiği bizzat kendimiz değil miyiz?
O zaman, zaman, ölümün bir ıslık gibi aramızda gezmeye başladığı bu anlarda, tutkuyu türküye dönüştürme zamanıdır.
Madem ki kendimizin sandıklarımız bize ait değil aslında, öyleyse bize en uzak olduğu söylenen şeyi kendimizin kılmaktan başka yol yok demektir.
Gerçekten sevilmeyi hakeden bir kadının gözlerinde, birkaç dakika içinde ölüme yelken açan binlerce insanın hikayesinin saklanabileceğini öğrenmemiz gerekiyor.
Yoksa, yok. Binlerce yıldır yol alan insanlık geliyor ve o binlerce yılın sembolü olan kulelerin birkaç dakika içinde enkaza dönüşmesini seyretmekten ötesine ulaşamıyor.
Savaşlar, siyasetler, stratejiler ve barışlar, insana, kendini kendine ait kılacak bir yordamı öğretemiyor.
Binlerce yıl yol alıyoruz, ve gerçekten sevilmeyi hakeden bir kadının gözlerindeki sıcaklığı nerede bulacağımızı şaşırıyoruz.
Ellerimizle ürettiklerimiz, en önce bizi çalıyor bizden.
Avuçiçlerimizi güneşe tutmayı unuttuğumuzu hatırlıyoruz. Güneşe değdiğinde avuçiçlerimiz, sanki ılık bir gülümseme dokunuyor yüzümüze...
Tıpkı Eylül güneşi gibi kararsız bir ruh hali içinde neyi ne kadar yaşamamız gerektiğini kestirmeye çalışıyoruz.
Tarihin ve medeniyetin 'kendi başınızın çaresine bakın' dediği bir noktadayız.
Öyleyse, başımızın çaresine bakalım.
Tarihin ve medeniyetin 'vekaleten' yürüttüğü faaliyetin gerçek sahibine dönelim, içimize bakalım, 'ışıldayan' bir gülümsemenin, 'yüreğimizin tüm mağrur kulelerini bir anda enkaza dönüştüren' ayrılık sözlerinin, 'çaresiz çocuklar için gözyaşı dökebilen' bir ruhun ve en önemlisi 'benliğimizi ipek atlaslarla arındıran' bir sevdanın biricikliğini ilan ederek, gözlerimizi toprağın saf ve soylu yüzüne dikelim.
Benliğimizin tüm yanlarını ipek atlaslarla örterek gönendirmezsek, cehennemin Eylül'süz mevsimler olarak kapımızı çalacağını bilelim.