Türkiye'nin 'yöneten aklı', 'devletçi siyaset' ile 'romantik siyaset' arasında bölünmüş durumda...
'Siyasal statükoculuk' ile 'siyasal romantizm'in 'siyasal mekan'ı doldurmuş olması, gerçek bir siyaset üretiminin önündeki en büyük engel olarak duruyor.
'Devletçi siyaset' sadece mevcut şartlar içinde küçük taktikler üreterek yolunu bulmaya çalışıyor. Bu da büyük stratejilerin çarpıştığı dünyada Türkiye'nin geleceği için hiçbir şey ifade etmiyor. ABD'ye yapılan saldırılardan sonra Hükümet kanadının verdiği tepkiler bunu açıkça ortaya koyuyor. Birkaç satırı geçmeyen bir değerlendirmesi var Hükümetin. Bütün dünyayı sarsan ve yeniden yapılanmaya zorlayan gelişmeler karşısında, genel geçer cümlelerle ifade edilmiş bir yaklaşım...
Hükümet kanadı dışında kalan odakların yaklaşımları da son derece 'romantik'. Terörün dünyayı soktuğu yeni dönemeci algılamaktan çok, ABD'nin neyi nasıl cezalandırması gerektiğine dönük yaklaşımlarla dolu bu bölüm. Oysa, tüm dünyayı çok uzun bir müddet 'pax'sız bırakabilecek bir döneme girme riski var. Bu dönemde kimsenin elindeki hassasiyetin bir değeri kalmayabilir. Bu durumda birtakım gerçek ve insani hassasiyetlerin korunabilmesi için, girilen yeni dönemi kışkırtan gelişmelere karşı doğru tavır belirlemek gerekiyor. Bu da 'İslam'dan 'ulus-devlet'e, 'milli güvenlik siyaseti'nden 'Avrupa Birliği'ne kadar bir dizi kavramın ve siyasal çerçevenin yeni bir yaklaşımla ele alınmasını zorunlu kılıyor.
İşte bu noktada Türkiye'nin yeni gelişmeler karşısında 'devlet aklı'nı yeniden keşfetmesi gerekiyor. 'Devlet aklı', toplumsal dinamikleri siyasal alanda istihdam etmekten, yeni gelişmeler karşısında güvenlik ihtiyaçları adına yoksul kesimlerin daha çok ezilmesini önleyecek tedbirler almaktan, İslam dünyası ile Batı arasında 'yeni bir siyasal magna carta' inşa edilmesine kadar çok geniş bir alanda pozisyon belirlemek demek...
Gelişmeler karşısında, 'İslam', etkili bir 'uluslararası ilişkiler enstrümanı' olarak ortaya çıkıyor. Bir yandan herkes 'İslam'ın dünya barışına ne tür katkılar yapabileceğini keşfetmeye çalışıyor. Öte yandan İslam adına ortaya koyulan hassasiyetler ile NATO'nun 5. maddeyi yürürlüğe koymasını sıkıntıya sokacak gelişmeleri analiz etmeye çalışıyor.
Bu durumda, dünyada teröre karşı ortak mücadele için oluşturulması gereken zeminin 'değer sistemi'ne 'İslam'ın da kendi değer sistemi ile katılmasının sağlanması gerekiyor. Çünkü böyle bir 'hegemonik alan' oluşturulmadan, şu ya da bu teröristi ele geçirmek adına bir İslam ülkesine karşı girişilecek saldırı, Afganistan ve Pakistan'da şimdi olduğu gibi, genel olarak müslümanlara karşı girişilen bir 'cezalandırma' faaliyeti gibi algılanabiliyor. Böylece teröristlerin yaptıklarını lanetleyen topluluklar bile kendi onurlarının çiğnenmeye çalışıldığı duygusuna kapılabiliyorlar. Körfez Savaşı'nda ABD'li askerin postalını öpen Irak'lı askerin şahsında kendi onurunun zedelendiğini düşünen 'milyonlarca insanın ruh dünyasını doğru algılaması gereken bir stratejik yaklaşım' ihtiyacı doğuyor burada. Böyle bir yaklaşım üretilemediği zaman Huntington gibi siyasetbilimcilerin 'indirgemeci' yaklaşımlarına teslim oluyor stratejiler. Bu da dünya barışının nasıl gerçekleşebileceğine değil, 'nasıl engelleneceğine' hizmet ediyor asıl olarak.
Dünyanın şu anda teröristleri cezalandırmak için etkili savaş mekanizmaları kurmakta bir zorluğu yok. Temel zorluk, bu savaş mekanizmaları çalışmaya başladığı zaman, çatışmaları daha kökleştiren, kitleleri çatışmaların içine çeken ve terörü alabildiğine 'anonimleştiren' bir sürecin tetiklenmesinin önüne geçilmesinin sağlanmasında. İşte bunun için herkesin 'meşru' sayacağı bir ortak değer sisteminin kurulması gerekiyor. Bütün dinler ve topluluklar bunun sadece terörü cezalandırmaya dönük bir çerçeve olduğunu benimseyebilmeli ve neticede herkes kendinden bir parçayı buraya katabilmeli. Ancak böyle bir 'hegemonik alan' kurulabildiği zaman, 'pax'ın insani ve küresel bir 'ruh'u olabilir...
Tüm bu gelişmelerin kavşak noktasında duran birkaç ülkeden biri Türkiye. Özellikle yeni 'pax'ın değer sistemi'nin inşa edilmesi için gereken tüm unsurları doğal olarak içeriyor. İslam, bu ülkedeki en yaygın ortak paydalardan biri, bununla beraber 'laiklik' toplumsal yaşam açısından genel olarak birleştirici bir kurum. Bu bakımlardan Türkiye Batı ile Doğu arasındaki 'sentez'in olmasa bile 'modüs vivendi'nin zemini durumunda. Ayrıca NATO üyesi. Tüm bunlar biraraya geldiği zaman Türkiye yeni aranan 'küresel magna carta'nın bir maketi durumunda...
Bütün mesele, Türkiye'nin tüm bu unsurları dünyaya bir değer sisteminin oluşumu için sunabilmesinde. Kuşkusuz, 'devletçi ideolojik siyaset' ve 'romantik ideolojik siyaset' arasında konvansiyonel bir parçalanmaya uğramış 'devlet aklı'nın, yeni bir düzlemde yeniden inşası bunun için önkoşul.
Çok küçük bir çabayla Türkiye, modern dünyanın kurucu gücü olan 'eşitlik, kardeşlik ve özgürlük' için yeni bir 'pax' kurulmasının 'stratejik kavşağı' haline gelebilir...