Ahenk ve tevhid

00:008/03/2009, Pazar
G: 3/09/2019, Salı
Mustafa Özel

Cansever''in İdris Küçükömer''e cevabını hatırlayalım: Küçükömer, Osmanlı toplum sisteminin "merkeziyetçiliği" görüşünü savunmuş ve bunun feodalleşmeyi engellediğini söyleyerek, (iddiasını desteklemek üzere) mimarların daha rahat anlayabileceği bir örnek vermişti: Süleymaniye Camii. Ona göre, Süleymaniye''nin kubbesi Osmanlı merkeziyetçiliğinin simgesiydi. Turgut Cansever ise mimaride en önemli meselenin üslup olduğunu, buna da "taşıyıcı unsurlar arasında parça-bütün ilişkisinin en ahenkli tarzda

Cansever''in İdris Küçükömer''e cevabını hatırlayalım: Küçükömer, Osmanlı toplum sisteminin "merkeziyetçiliği" görüşünü savunmuş ve bunun feodalleşmeyi engellediğini söyleyerek, (iddiasını desteklemek üzere) mimarların daha rahat anlayabileceği bir örnek vermişti: Süleymaniye Camii. Ona göre, Süleymaniye''nin kubbesi Osmanlı merkeziyetçiliğinin simgesiydi. Turgut Cansever ise mimaride en önemli meselenin üslup olduğunu, buna da "taşıyıcı unsurlar arasında parça-bütün ilişkisinin en ahenkli tarzda kurulabilmesiyle" ulaşıldığını; "Süleymaniye''nin merkezinde kubbe bulunmakla beraber (ki tam merkezde de sayılmaz), bu konumun merkeziyetçilikten çok, merkez-çevre ilişkisindeki ahengi yansıtacak tarzda olduğunu" ileri sürmüştü.

Cansever''in mimarlık anlayışından çıkardığımız sonuç: Mimaride en önemli mesele üsluptur, buna da taşıyıcı unsurlar arasında parça-bütün ilişkisinin en ahenkli tarzda kurulabilmesiyle ulaşılır. Çağdaş yönetim düşünürleri bu ifadeyi İngilizce okuyabilmiş olsalardı, her halde kitaplarının girişini onunla süslerlerdi. Çünkü onlar da dönüp dolaşıp girişimcilerle yöneticiler arasında, yöneticilerle işgörenler arasında, kısaca tüm "taşıyıcı unsurlar" arasında kurulacak ahengin örgütlerin başarı ve mutluluğunda (evet, mutluluğunda!) en büyük etken olduğunu söylüyorlar.

Yirminci yüzyılın ortalarına kadar yönetim düşüncesine "merkeziyetçilik" hakimdi. Tepedekiler kafayı, aşağıdakiler kol ve bacakları temsil ediyordu. Akıllı merkez kararları verecek, aklı olmayan çevre de verilen emirleri uygulayacaktı. Bunun siyasi örgütlerdeki tecessümü II. Dünya Savaşı çılgınlığına yol açan Nazizm-Faşizm-Stalinizm, ekonomik örgütlerdeki tecessümü de Taylorizm-Fordizm diye nitelendirilen katı yönetim anlayışları oldu. Yüzyılın ikinci yarısında ise sadece devlet yönetiminde değil, şirket yönetiminde de bu merkeziyetçi paradigmadan uzaklaşıldı. Richard Daft bu değişimi "fizyondan füzyona geçiş" olarak adlandırıyor:

En ileri örneği atom bombası olan fizyon sürecinde, atomun çekirdeği parçalanmak suretiyle enerji elde edilir. Tehlikeli zehirli atıktan ötürü bu parçalama sürecinin ihtiyatlı kontrol altında tutulması gerekir. Fizyon enerjisi elde etme girişimleri bu yüzden ciddi kontrol sistemleriyle el ele yürür. Batı dünyasında son yüzyıl içinde geliştirilen yöneticilik tarzının timsali fizyondur. Fordist evrenin seri üretimi ve ''bilimsel yöneticiliği'' geniş iş bölümüne, biçimsel otoriteye ve sıkı denetime dayanıyordu. Örgütler, bireylerle departmanlar arasına katı sınırlar koyuyor; bunlar ise kaynak, terfi, maaş veya bütçe artışı gibi hususlarda birbirleriyle yarışıyordu. Yöneticiler hem birbirlerini rakip sayıyor, hem kendilerini işçilerden ayrı görüyorlardı. İnsanlar elleri (nadiren kafaları) ile çalışmaya özendiriliyor, fakat kişiliklerinin duygusal ve manevî yönlerini işin dışında tutmaları isteniyordu. (Bkz. Fusion Leadership, San Francisco: Berrett-Koehler, 1998.)

Güçlü örgütsel kuvvetleri çalışır hale getirdiğinden, fizyon-temelli örgütlerin işleri belirli bir yere kadar verimli olur. Örgüt, verdiği teşvikler karşılığında rutin, öngörülebilir davranışlar bekler ve elde eder. Makine görünümlü örgüt pek az duyguyla çalışır; rasyonel analiz ve kişisel çıkar benzini yeterlidir. İnsanları arzu edilen rol, görev ve davranışlara yönelten bu sistem gerçekten çok güçlüdür. İki küçük kusuru vardır sadece: Deha ve yaratıcılığı sınırlaması, bir de hızlı değişim dönemlerinde örgütsel eylemsizliğe (atalete) yol açması. Bunlar değişimin baş döndürdüğü kaotik bir dünyada ciddi kusurlardır ve etkileri ancak füzyon kavramına müracaatla giderilebilir.

Füzyon, fizyonun tam tersidir. Atomları parçalamak yerine, atom çekirdeklerini birleştiren bir süreçtir. Her atom diğerlerini iten pozitif yüke sahip olduğundan, çok zor bir işlemdir bu. Atomun sınır elektronları alınıp baskı meydana getirilmek suretiyle bu engel aşılır. Füzyon meydana geldiğinde, fizyonun beş misli enerji üretir. Bir gram füzyon materyali sekiz ton petrol kadar enerji üretir.

Füzyon da belirli bir yöneticilik tarzının timsalidir. Birleşme, bir araya gelme, bağlantılar oluşturma ve ortak hareket etmeye dairdir. Konuşmayı, bilgi paylaşımını, birey ve şubeler arasındaki sınırları aşan ortak sorumlulukları özendirmek suretiyle engelleri azaltmayı hedefler. Birlik (tevhid) duygusuna ulaşmaktır füzyon; başkalarını ayrı görmek değil, onları aynı bütünün parçaları saymaktır. Farkları değil, benzerlikleri görmektir. Ortak bir zemini ve bir cemaat duygusunu öne çıkarmaktır. Her birey kendi bütününü; beden, akıl, gönül ve ruhunu çalışma yerine getirir ve oradaki oluşuma katar. Füzyon birey ve örgütlerde bütünlüğü sağlamaktır.

Cansever de tevhid ve bütünlük peşindeydi. "İslam''ın gündemindeki ilkelerin en önemlisi tevhid ilkesidir" diyordu. Batı felsefesi ancak 20. yüzyılda bu ilkeye yaklaşır gibi oldu: "Asır başında Varlık felsefesiyle, Gestalt teorisiyle beraber ''bütün''ün önemi tekrar kavranıldı." Bütünün ve ahengin. Yukarıda işaret edilen baskıcı, merkeziyetçi görüşü "Rönesans''ın temel yanılgısı" sayan Cansever, bunun her şeyi dondurduğunu; buna karşılık İslam ve Asya felsefelerinin hayatı ve sanatı dinamik bir süreç olarak algıladıklarını söyler. Batı düşünce ve sanatının 20. yüzyıldaki dönüşümünün İslam''a ve Asya felsefelerine yönelik olduğunu belirten Cansever, Picasso''nun bir portre çalışmasını örnek gösterir: "Picasso o portrede bir genç kızın yüzünü aynı satıh üzerinde bir karşıdan, bir tam profil, bir de dörtte üç profil olarak üç defa resmeder. Onun donuk bir şey olmadığını, farklı görüş açılarından farklı biçimler vücuda getirdiğini ortaya koyar. Rönesans''ın donuk anlayışı ise değişmeye hiçbir şekilde açık değildir." (Kubbeyi Yere Koymamak)

Farklı görüş açılarından farklı biçimler meydana getirmenin gerek Osmanlı mimarisiyle, gerek 21. yüzyıl yönetim düşüncesiyle bağlantısını haftaya konuşalım.