Seksenlerde çocuk olanlar bilirler. O zamanlar tek kanal vardı. TRT. Perşembeyi Cuma’ya bağlayan gecelerde “İnanç dünyası” programıyla dini terbiye, Pazar günleri yayınlanan “Pazar Konseri” programıyla da klasik batı müziği terbiyesini alırdık! Kemal Sunal filmleriyle eğlenir, Cüneyt Arkın filmleriyle kahpe Bizansı yola getirirdik. Kemal Sunal kasaba kurnazlığının sembolüydü bir bakıma, Cüneyt Arkın ise milli duygularımızın.
Cüneyt Arkın da bir söyleşisinde, 12 Eylül’den sonra millete kahraman gerekiyordu, benim filmlerim, aranan kahramanı hediye etti halkımıza gibi bir yorum yapmıştı o günkü filmleri için. Evet, gerçek kahramanlarımız yoktu, ihtiyacımız olan kahramanları filmlerden devşiriyorduk.
Cüneyt Arkın kesmezse, Kızılderililerin kovboylara galip geldiği western filmleriyle avunurduk. Onu da bulamazsak, Bruce Lee’ye sığınır, onun Amerika’yı temsil eden beyaz adam Chuck Norris’i pataklayışından büyük bir haz alırdık. Tabii, o zamanlar Bruce Lee “vuruş li” ya da “buruş li” diye telaffuz edilirdi.
Tek kanal olduğu için, dönemin bütün spor karşılaşmalarını izlerdik. Kış olimpiyatlarından yaz olimpiyatlarına, tenis maçlarından gülle yarışlarına, atletizmden güreş karşılaşmalarına kadar her şeyi...
Doğrusunu söylemek gerekirse, güreş dışında hiçbir sportif başarımız yoktu; belki de bu yüzden sadece güreş için “milli sporumuz” diyorduk, altın madalyalar sadece oradan geliyordu, geri kalanı Bizans oyunuydu, gerisi hezimetti! Ama yine de bir gün bütün dünyayı dize getirecekmişçesine gururluyduk. Turgut Uyar’ın Geyikli Gece şiirindeki mısralar gibiydik: “Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı, Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk, Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza.”
“Avrupa, Avrupa duy sesimizi, işte bu Türkiye’nin ayak sesleri” diye sloganlar atardık ama sonra İngiltere’den sekiz yerdik. Bırak bir galibiyeti, bir gol bile atamazdık, eşek sudan gelmişçesine dayak yediği kavgadan sonra “ama en azından ben de ona bir tokat patlattım” avuntusu bile bulamazdık yani. Bu yüzden avuntuyu uzaklarda arardık. Maradona’nın 1982 kupasında İngiltere’ye attığı iki golü, kendi hanemize yazılmış iki gol olarak görürdük; Maradona bütün ezilenler adına, dünyanın bütün ötekileri adına atmıştı bize göre o golleri.
Hüzünlüydük. Mandrake çizgi romanındaki Abdullah adlı iri yarı, güçlü mü güçlü, siyahi karakter bile mutluluk vesilesiydi bizim için, öyle bir dünyaydı işte. Yunanistan’da Türkler ezilirdi, üzülürdük, Bulgaristan’da Türkçe konuşmak ve Türkçe isimler koymak yasaklanır, üzülürdük. Bulgaristan’daki Belene Kampı tam bir trajediydi zaten.
Derken, bir adam çıktı geldi, Bulgaristan’dan. Adı, Naim Süleymanoğlu’ydu. Bulgaristan, Türk isimlerini kullanmayı yasakladığından adı “Naum Shalamanov” olarak biliniyordu. Bulgaristan'daki baskılardan kurtulmak ve Türkiye adına müsabakalara katılmak için 1986'da Melbourne'de düzenlenen Dünya Halter Şampiyonası'nda Türkiye Büyükelçiliği'ne sığınarak Türkiye'ye iltica etmişti. Dönemin başbakanı Turgut Özal bizzat devreye girmişti Naim Süleymanoğlu’nun Türkiye’ye kaçırılışında. Herkes ondan bahsediyordu. Naim bir umuttu hepimiz için. Kocaman bir gülümsemeydi. Onun gelişi “Belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur yazılarda, iklim değişir Akdeniz olur, gülümse” mısraları gibiydi.
Aradan iki yıl geçti. 1988’de yine olimpiyatlar vardı. Bir yıl önce, 1987’de, tıpkı 1984’te olduğu İngiltere’den yine sekiz yemiştik. Yine aynı yıl, 1987’de Eurovision şarkı yarışmasında sonuncu olmuştuk. “Avrupa, Avrupa duy sesimizi!” sloganları Eurovision’da da işe yaramamıştı, sesimizi duyan yoktu.
Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’nda yer alan ve her gün intikam almak istediği subaya bir tokat patlatmanın hesabıyla uyanan obsesif karaktere dönmüştük artık. Günün birinde Avrupa’ya o tokadı patlatmayı umuyorduk, atamıyorduk ayrı, ama umudumuz vardı. Çünkü Naim Süleymanoğlu’muz vardı.
1988 olimpiyatları bunun için bir fırsattı. 1988 Seul Olimpiyatları'na Türkiye adına katılabilmesi için Türkiye Bulgaristan'a 1 milyon dolar ödedi ve gerekli izin alındı. Umutluyduk. İlk defa güreş dışında altın madalya kazanabilirdik. Bütün Türkiye televizyon başındaydı. Böyle bir şey en son, 1974’te Muhammed Ali’nin George Foreman’la yapacağı maç için, sabahın köründe herkesin televizyon başına geçmesiyle yaşanmış.
Ve… Naim Süleymanoğlu sahneye çıktı. Hepimiz merak içinde, soluksuz bir şekilde izliyorduk. Naim, elleriyle halteri kavradı, halterden önce, alnına düşen kaküllerini üfleyerek kaldırdı, sonra 145 kiloluk halteri olduğu yerden koparıp havaya kaldırdı, halter ellerinin üzerindeydi ancak henüz tam anlamıyla ayağa kalkmamıştı, sanki o halteri kaldıran sadece Naim Süleymanoğlu değildi, o halteri hepimiz aynı kaldırıyorduk, hepimiz bir ucundan tutuyorduk, hepimiz ıkınıyorduk, spikerler bile ıkınarak konuşuyordu, “haaaaydiiiğğğ Naiğimmm”… Ve Naim Süleymanoğlu, poposunu bir o yana, bir bu yana sallayarak 145 kiloluk o halteri büsbütün havaya kaldırdı. Bu bir dünya rekoruydu. Ama Naim daha da fazlasını yaptı, 145 kilodan sonra yine koparma dalında 150,5 kiloluk halteri kaldırdı. Yetinmedi, yine aynı dalda 152,5 ile ardı ardına dünya rekorları kırdı. Hepimiz sevinçten havaya uçuyorduk. Ama bitmemişti. Bu kez silkmede sırasıyla 175, 188,5 ve 190 kg kaldırdı. Her biri rekordu. Kendi ağırlığının üç katından fazlasını kaldıran halterci olarak tarihe geçti geçti Naim Süleymanoğlu. Böylece, Türkiye’ye olimpiyatlar tarihinde güreş dışında ilk altın madalya kazandıran sporcu oldu. Sonraki olimpiyatlarda da rekorlar kırdı Naim Süleymanoğlu. Uzun yıllar Türkiye’yi sırtladı. Kariyeri boyunca üç Olimpiyat Altın madalyası, sekiz Dünya Şampiyonluğu ve altı Avrupa Şampiyonluğu kazandı. Tam 46 kere dünya rekoru kırdı.
Dünya basınında ona “Cep Herkülü” deniyordu. Naim Süleymanoğlu, aradığımız kahramandı; Arşimed’in kaldıracıydı, Bulgar zulmüne karşı direnişin adıydı. Türk’ün gücüydü. Bir Türk dünyaya bedel sözünün ete kemiğe bürünmüş haliydi. İngiltere’ye karşı 8-0’ın rövanşıydı. Zafer sarhoşluğumuzdu. Özlemini çektiğimiz Preveze Deniz Zaferlerinin, Viyana kuşatmalarının, İstanbul’un fethinin, Çanakkale’nin, yeniden büyük Türkiye oluşumuzun sembolüydü. Artık Maradona, Bruce Lee veya Kızılderililer değil, bir Naim’imiz vardı, bir “Cep Herkül’ü”müz vardı, bir Naim Süleymanoğlu’muz vardı. O, geçtiğimiz yüzyılın en büyük sporcularından biriydi. O bir Muhammed Ali’ydi. O bir Usain Bolt’tu. O bir Michael Jordan’dı. O bir Michael Phelps’ti. Gitti. Geride zaferler bırakarak gitti. Geride namı kaldı. Geride rekorlar bıraktı. Geride büyük bir tarih bıraktı. Unutulmaz, silinemez bir tarih. Elveda Naim. Elveda küçük dev adam! Mekânın cennet olsun.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.