“Git başımdan! Sıhhatim, dersimden de sınavlarımdan da önemli…”Bu cümleyi öğrencilik yıllarımda hemen her gün duyardım. Zira Ahmet’le aynı yurtta aynı odada kalıyorduk. Ahmet, hiç durmadan uyurdu ben de onu her sabah ısrarla uyandırırdım. Elbette tepki hep aynıydı: “Git başımdan…” Aslında öncesinde hep onun kurduğu alarmla uyanırdık. Benim de uykum ağır olduğundan önce yan odalar sonra onun yanındakiler en sonda da ben uyanırdım; ama Ahmet bir türlü uyanmazdı. Sınavları olduğunu bildiğimden onu
“Git başımdan! Sıhhatim, dersimden de sınavlarımdan da önemli…”
Bu cümleyi öğrencilik yıllarımda hemen her gün duyardım. Zira Ahmet’le aynı yurtta aynı odada kalıyorduk. Ahmet, hiç durmadan uyurdu ben de onu her sabah ısrarla uyandırırdım. Elbette tepki hep aynıydı: “Git başımdan…” Aslında öncesinde hep onun kurduğu alarmla uyanırdık. Benim de uykum ağır olduğundan önce yan odalar sonra onun yanındakiler en sonda da ben uyanırdım; ama Ahmet bir türlü uyanmazdı. Sınavları olduğunu bildiğimden onu uyandırma telaşım bir kat daha artardı. Aslında Ahmet’in cevabı tembellikten değildi, derslerine de iyi çalışırdı. Fakat mesele uyku olunca durum hep değişirdi. Sınavlar açıklandığında da hep o bilindik tepkiyi gösterirdi Ahmet: “Beni neden uyandırmadın abiciğim, bak senin yüzünden kaldım.” Bense duruma alıştığımdan “Valla yoruldum seni uyandırmaktan, sanki kendini tanımıyorsun. Yeter artık, bırak çöl bedevisi gibi uyumayı.”
Çöl bedevisi lafını her duyduğundaysa çıldırırdı. Kendince sebebi vardı elbet. Evet, Libyalıydı. Üniversiteyi Bilkent’te okumaya gelmiş, bu tarihten önce de Trablus’ta yaşamıştı. Fakat hiç çöl görmemişti; bu sebeple çöl bedevisi olamazdı işte. Ahmet’in açıklamaları beni hep çok güldürürdü. Kendince bir yalan tutturmuştu işte: “Oğlum, nasıl çöl görmezsin, ülkenizin yüzde doksanı çöl. Pencereyi açsan çöl, kapıyı kapatsan yine çöl… Mümkün değil çölü görememen.”
Günler, aylar hatta yıllar sonra mezun olup herkes kendi yoluna gidince benim de Libya’ya gitme fırsatım oldu. O tarihler Arap baharının en hararetli şekilde hissedildiği dönemler… Üstelik bu hararet en çok da burada hissediliyordu. Hemen Ahmet’i aramak geçti içimden. Telefonunu aradım yok, mail attım yine yok. Bir türlü ulaşamadım ona. Aslında bu beni biraz da endişelendirmişti. Ya ona da bir şey olduysa diye düşünmeden edemiyordum. Aramalarım, maillerim karşılıksız kalmıştı; ama yine de Libya’yı gördüğüm için içimde bir mutluluk da vardı. Ayrıca çölü de görecektim. Fakat bu konuda birkaç deneme yaptıktan sonra çöle gitmekten vazgeçtim. Ahmet’in ülkesi hakkında söyledikleri yavaş yavaş zihnimde şekilleniyordu. Gerçekten de haklıydı. Libya’daki çöl merkezden birkaç saatlik mesafedeydi. Şehri epey gezdikten sonra ben de çölü göremeden buradan ayrılmıştım. Aradan epey zaman geçti. Nerdeyse bir yıl… Yolumuz bu kez Bursa’ya dönmüştü. Bursa’da meşhur İskendercilerden birine giderken telefonum çaldı:
- Alo, ben Ahmet.
- Hangi Ahmet?
- Çöl bedevisi Ahmet.
- Ahmet… Oğlum, sen yaşıyor musun? Libya’ya geldim sana ulaşamadım. Defalarca aradım seni. Sağlığın yerinde mi?
- Allah’a çok şükür, her şey yolunda.
- Şimdi neredesin?
- Bursa’da.
- Şaka mısın sen, Bursa’da nerede?
- Meşhur İskendercide.
- Bekle geliyorum.
Olduğu gibi suratına kapattım zaten iki dakika sonra bahsettiği yere vardım. Ahmet oradaydı. İkimiz de acayip şaşkındık. Sarıldıktan sonra hararetle yaşadıklarımızı anlatmaya başladık. Tabii Ahmet’in yaşadıkları epey ilginçti. Nasıl direniş saflarına geçtiğini, BBC’ye verdiği röportajı her şeyi bir çırpıda anlatıverdi. O kadar çok sevinmiştim ki onun adına. Yüzündeki o ilginç mimiklerini izlerken bir taraftan da tebessüm ediyordum. Konuşmasını yalnızca bir kez böldüm:
- Ahmet, hala uyuyor musun?
- (Gülerek) Yok vallahi. En çok da onu özlüyorum. Özel bir şirkette danışmanlık yapıyorum. Uyursam kovarlar.
- Ha bu arada aklıma gelmişken, sana bundan sonra çöl bedevisi demeyeceğim.
- Neden ki?
- Oğlum haklıymışsın ya, Libya’da 3 gün kaldım. Bırak çölü, çöle benzer bir şey bile görmedim. Çok büyük bir ülkeymiş.
- Yaaa, ben size dedim ama siz hiç inanmadınız.
- Takılıyorduk sana Ahmetçiğim.
- Keşke yine aynı günlere dönsek de siz yine aynı şeyleri yapsanız.
- Zaman geçiyor be Ahmet.
Biraz sonra Ahmet, lavaboya gitmek için izin istedi. Zaten onunla karşılaştığımda bir iki arkadaşıyla birlikte oturuyordu. O kalktıktan sonra arkadaşları da kalktı. Beş dakika kadar bekledikten sonra telefonum çaldı: “Hatırlıyor musun? Yıllar önce bana bir oyun yaparak büyük bir hesap ödetmiştiniz, şimdi ödeşme zamanı. Sana zahmet hesabı öder misin canım?”
Ahmet’ti işte, hiç değişmemişti. İlginç bir tesadüfle rast geldiğim Ahmet’le vedalaşıp mutlu bir şekilde hesabı ödedim ve restorandan ayrıldım…