Yeni Anayasa"da Neler Yer Almamalı - (2)

00:005/05/2012, Cumartesi
G: 5/09/2019, Perşembe
Müfit Yüksel

Geçen yazımızda anayasa olgusunun toplumda genelde oluşturduğu sıkıntılardan ve Osmanlı döneminde Kanun-i Esâsî''nin (I. Ve II. Meşrutiyet) yol açtığı bir kısım travmalardan sözetmiştim. Anayasaların Batı Avrupa''da ne tür sonuçlara yol açtığı konusu çokça tartışılabilir. Ama bizim coğrafyamızda hayırlı neticelere yol açtığı asla söylenemez. Özellikle Osmanlı coğrafyasında zaten oldukça zayıf konuma düşmüş bir imparatorluğun tümüyle dağılması dışında bir neticeyi getirmedi.Gerek Osmanlı''daki Kanun-i

Geçen yazımızda anayasa olgusunun toplumda genelde oluşturduğu sıkıntılardan ve Osmanlı döneminde Kanun-i Esâsî''nin (I. Ve II. Meşrutiyet) yol açtığı bir kısım travmalardan sözetmiştim. Anayasaların Batı Avrupa''da ne tür sonuçlara yol açtığı konusu çokça tartışılabilir. Ama bizim coğrafyamızda hayırlı neticelere yol açtığı asla söylenemez. Özellikle Osmanlı coğrafyasında zaten oldukça zayıf konuma düşmüş bir imparatorluğun tümüyle dağılması dışında bir neticeyi getirmedi.

Gerek Osmanlı''daki Kanun-i Esasi gerekse, Cumhuriyet devrindeki anayasalar günümüze değin toplumda, bu ülkede sancılı dönemleri beraberinde getirdi. Resmi ideoloji ve ulus devlet temelli olarak Topluma zorla giydirilmiş bir deli gömleği hükmünden öteye geçmedi. Kürt sorunu, Din-Devlet ilişkileri başta olmak üzere boğuştuğumuz bir çok sorunun, derinleşen yaranın kaynağını teşkil etti. Bugün baktığımızda, özellikle 12 Eylül anayasasının, toplumu bir cendereye sokan, toplumun çeşitli kesimlerini ısıran, ötekileştirci bir nitelikte olduğu görülecektir. Tüm rahatsızlıklar var olan maddelerden kaynaklanmaktadır. Anayasada öngörülen ulusalcı, tek-tip yurttaş oluşturma hedefi gözeten, Din''i zayıflatmaya ve Din karşıtlığı temeline konuşlandırılmış, devletçi, jakoben ve merkeziyetçi bir yapıyı oluşturup korumayı amaçlayan maddeler ayrıştırıcı ve ötekileştirici nitelikleriyle çeşitli toplum kesimlerini, inanç ve kültürleri sopalayan prangaya vuran bir işlev görmüştür. Bu da toplum huzur ve barışını torpilleyen sorunlara kaynaklık etmiştir.

Mevcut anayasanın başlangıç maddeleri olarak bilinen ilk dört maddesi bu anlamda kendini ele veren niteliktedir. Üçüncü maddedeki "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür." Ve buna benzer şekilde "Devletin ülkesi ve milleti ile..." başlayan madde ve fıkralar. Anayasanın otoriter devletçi, milleti değil devleti ve devletluleri ön plana alan niteliğine sürekli yapılan vurgu şeklindedir. Bu tür bir ifadelendirme, ülke ve milletin devlete ait, devletin adeta malı olduğu anlamını taşımaktadır. Ülke ve devletin millete, tüm bir millete ait olduğu vurgusu yerine bu tür otoriter devletçi vurgulamalar Türkiye''de tek-parti döneminden beri süregelen devletçi politikaların omurgasını teşkil etmiştir.

Yanısıra, Anayasanın, inkılap kanunlarına atıfta bulunan 174. Maddesi ise bu ülkede yaşayan insanların inanç ve inanç kurumlarını, çeşitli inanç gruplarını, farklı kültürel zenginlikleri ciddi sıkıntılara sevkeden, devlet nezdinde illegal konuma iten ve bu inanç grupları arasında gerilimleri diri tutmaya zemin hazırlayıcı niteliktedir:

"MADDE 174- Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz:

1. 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu;

2. 25 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisâsı Hakkında Kanun;

3. 30 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun;

4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medenî nikâh esası ile aynı kanunun 110 uncu maddesi hükmü;

5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun;

6. 1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun;

7. 26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa Gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun;

8. 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun."

Yukarıda alıntıladığımız İnkılap kanunlarının şapka ve kisvelere ilişkin maddeleri ile ünvanlara ilşkin 7. madde uygulanamadığı gibi, Tekke Ve zaviyeler kanununun türbelere ilişkin yasağı 1950 Martında kaldırılmıştır. Burada Tevhid-i Tedrisât kanunu 90 yıla yakındır, ülkenin eğitim hayatında ve topluma yansımasında derin muhataralara yol açmıştır.En büyük darbeyi de Din eğitimine , sağlıklı din adamı yetiştirilmesine vurmuş. Ülke, dini-ilmi yeterliğe sahip Müslüman din adamı-din görevlilerinin yetişmesinden yoksun bırakılmıştır.Bu yasalarla Dini kimlik, özellikle Müslümanlık devlet eliyle, kanunlarla sürekli biçimde sopalanmıştır.Ayrıca, Tevhid-i Tedrisat kanunu ile tek-tip jakoben milliyetçilikle ülkemizde Müslüman ahalideki Kürtçe, Boşnakça, Çerkesçe, Arapça gibi farklı dil grupları ve kültürler ağır baskı altına alınmış,Müslüman ahali içerisinde ayrılık ve çatışma tohumları zerkedilmiştir. Tekke Ve Zaviyeler kanunu ile, asırlarca bu ülkenin, coğrafyanın hamurunu teşkil eden, toplumdaki, Müslümanlar içerisindeki ortak manevi değerlerin ve hoşgörünün simgesi olan tasavvuf ve tasavvuf kurumları yasaklanıp, tasfiye edilmeye çalışılmıştır.Devlet bir yandan yıllarca, Mevlâna Celâleddîn-i Rumî, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Hacı Bektaş-ı Veli gibi şahsiyetlere vurgu yapıp, bunlar üzerinden politikalar bile geliştirirken, diğer yandan bu zatların yolunu/tarikatını kanun ve anayasa ile yasaklama yoluna gitmiştir. Yanısıra, Tekke Ve Zaviyeler yasası Türkiye''de Alevi-Bektaşi Müslümanların kendi kimliklerini yasal bir zeminde ifade edebilme, yasal bir statüye sahip olma imkanını ortadan kaldırmış, bu anlamda zemin kaymasına neden olmuş ve sonuçta inanç grupları arasında gerilimlerin oluşmasının yolunu açmıştır. Harf inkılabının bunca zamandır tüm bir toplumda yol açtığı derin yaralar ise bizim için ayrı/müstakil bir çalışma konusudur.

Mevcut anayasaya bakıldığında, halkına, milletine ve Müslümanlık başta olmak üzere milletin inanç ve değerlerine, Kültürel zenginliğine karşı teşkilatlanmış, toplumsal sorunları tetikleyici, fay hatları oluşturan bir devlet yapısı ile karşılaşılmaktadır. Yıllarca, adeta millet üzerinde elitist/devletçi bir hegemonya kurmayı, milleti,inançlarını, değerlerini kültürel farklılık ve zenginlikleri baskı altına almayı, sopalamayı hedef alan bu anayasal yapı ile bu ülke geleceğe güvenle bakamaz.

Yeni anayasa,milletin değerlerine, ortak, tarih ve inanç örgüsüne ters düşmeyen, özellikle en temel kimlik olan Müslümanlıkla, kültürel çeşitlilik ve zenginliğiyle barışık, baskı ve kısıtlamalara yol açmayan nitelikte olmalıdır. Ayrıca, Kürt sorunu ve Alevilik sorunu gibi sorunlara yol açan, bu kimlikleri baskı altına alan maddelerden arındırılmalıdır. Toplumun tüm kesimlerini, hatta bulunduğumuz bölge ve coğrafyayı, Ortadoğu ve Balkanları kucaklayıcı şekilde kısa ve öz bir metin olarak yapılandırılmalıdır. Sırf bu yüzden yeni anayasa tartışmalarında, muhtevasında nelerin yer alması değil, nelerin yer almaması gerektiği konusu bu tartışmaların merkezinde yer almalıdır.