Soçi zirvesinden Kudüs’e

04:009/12/2017, Cumartesi
G: 18/09/2019, Çarşamba
Müfit Yüksel

Yalta Konferansı’na benzetilen Soçi Zirvesinin Ortadoğu, Mezopotamya, Balkanlar ve Kafkaslardaki olası etkileri üzerinde tartışmalar sürerken; USA/ABD Başkanı Donald Trump’ın, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması hususundaki, kararı gündeme bomba gibi düştü.Bu son hadiseleri, 1897’de Theodore Herzl’in öncülüğünde İsviçre’nin Basel kentinde toplanan Birinci Siyonist Kongre’den beri 120 yıldır atılan uzun vâdeli adımların bir sonucu olarak değerlendirebiliriz.Theodoré Herzl 1890”lı yıllarda

Yalta Konferansı’na benzetilen Soçi Zirvesinin Ortadoğu, Mezopotamya, Balkanlar ve Kafkaslardaki olası etkileri üzerinde tartışmalar sürerken; USA/ABD Başkanı Donald Trump’ın, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması hususundaki, kararı gündeme bomba gibi düştü.


Bu son hadiseleri, 1897’de Theodore Herzl’in öncülüğünde İsviçre’nin Basel kentinde toplanan Birinci Siyonist Kongre’den beri 120 yıldır atılan uzun vâdeli adımların bir sonucu olarak değerlendirebiliriz.

Theodoré Herzl 1890”lı yıllarda Viyana”da bir Musevi bir gazeteci olarak takip ettiği ünlü Dreyfus davasından sonra ciddi bir Siyonist örgütlenmeye gider. Bu yönde Osmanlı Devletiyle de temasa geçer. Özellikle, bu konuda Macar Musevisi ünlü oryantalist Arminius Vambery’nin aracılığı rol oynar. Yıldız Sarayı ile temasa geçen Theodoré Herzl, Osmanlı dış borçlarının yeniden yapılandırılması ve ödeme kolaylığının sağlanması karşılığında, o dönemde kıta Avrupasında yükselen antisemitizm dolayısıyla zor durumdaki Yahudilerin Filistin”e yerleşme izni talebinde bulunur. Avrupa”da Siyonist Federasyonu ve banka kurduran Herzl, 1897 yılında İsviçre”nin Basel kentinde ilk siyonist kongreyi toplamayı başarır. Bu yönde, İngiliz Yahudisi ünlü Banker Lord Rotschild”ı da ikna etmeyi başaran T. Herzl, başka siyonist kongreler de toplar. Daha o dönemde, Osmanlı Arşiv kaynakları Basel, Filibe gibi merkezlerde toplanan Siyonist kongrelerin ana amacının “Arz-ı Filistin’de bir Yahudi hükümeti teşkili/tesisi” (BOA, Y.A.HUS, 376/151) olduğunu açıkça ifade etmekteydi. Theodoré Herzl”in ölümünden sonra ise, ünlü banker Rotschild Ailesi bu yöndeki çabalarını sürdürür.

Kasım 1917”de, İngiliz Dışişleri Bakanı L. Arthur Balfour, Rotschilda deklarasyon mahiyetinde bir mektup gönderir. Yakın tarihimizde “Balfour Deklarasyonu “ olarak ünlenen bu mektupta, İngiliz Hükümetinin, Yahudi halkı için Filistin”de bir yurt oluşturulmasının lehinde olduğu ve bu amaca ulaşılması için her türlü desteğin verileceği açıkça ifade edilir. Bu deklarasyonla; o sırada henüz düşmemiş olup, Osmanlı toprağı olan Filistin, İngiliz Hükümetince Yahudilere vadedilir. 11 Aralık 1917”de Kudüs”e giren General Allenby komutasındaki İngiliz askerleri Kudüs ve Filistini işgal eder.

Birinci Dünya savaşında Osmanlı’nın mağlubiyeti ve Mondros mütarekesi akabinde bölgeden tümüyle çekilmesi, Fransız, İngiliz işgal ve manda yönetimlerinin teşkili ile, bu süreç daha rahat bir şekilde işlemiştir. 1916’daki Sykes-Picot Mutabakatının (İngiliz diplomat Mark Sykes ve Fransız dışişleri bakanı/hariciye vekili François Georges Picot’un 8 Mayıs 1916’da Osmanlı-Ortadoğu coğrafyasının paylaşımına ilişkin mutabakatı ve bu yönde çizilen harita) bölgede savaşın ardından oluşturduğu yeni haritalar, manda yönetimleri ve nihayetinde ulus-devletler ile gelişen sürecin bir meyvesi olarak, 1917’den beri İngiliz mandası altında bulunan Filistin’de, İsrail devletinin 1948’de Ben Gurion ve arkadaşlarınca ilanı gerçekleşti. Zaten Filistin’e ilişkin 1947’de Birleşmiş Milletlerin Arap ve Yahudi devletleri olmak üzere planladığı “Partitition Plan/Taksim Planı” bunun meşruiyet zeminini oluşturmuştu. Aynı dönemler, süregelen “Filistinli Mülteciler” sorununun da başlangıcını teşkil etti. Taksim Planı sonrasında Filistin’de bir Musevi/Yahudi devleti oluşturulup ilan edildi ancak öngörülen Arap devleti hiçbir zaman oluşmadı. İki devletli öneri hiçbir zaman yerine gelmedi. (Bkz. Zeine N. Zeine, The Struggle For Arab Independence, Beirut, 1960; Pierre Rondot, The Changing Patterns Of The Middle East, New York, 1961)

1967’deki Altı Gün Savaşı/Six Days War, Arap âlemi ve Filistinliler için, Kudüs ve Mescid-i Aksa için tam bir felaket ve yıkım olur. İsrail Doğu Kudüs/Mescid-i Aksa dahil Ürdün Nehri’ne kadar tüm Batı Şeria’yı ele geçirip işgal eder. Diğer taraftan tüm Gazze Şeridi ve Süveyş Kanalının Batı yakası dahil Sina yarımadası da İsrail’in işgaline uğrar. Suriye’den de Golan Tepeleri alınır. 67 Savaşı çok daha büyük trajedilerin oluşmasına yol açar. 1969’da Mescid-i Aksa, Museviler tarafından ateşe verilerek yakılır. Bu bölgelerde yaşayan Müslüman halk için daha da çileli bir yaşam baş gösterir. Ürdün ve Lübnan’a geçmiş olan Filistinliler kamplarda zorlu koşullarda yaşarken, 1970 Eylülünde Ürdün’de Kara Eylül trajedisi ile yüz yüze kalıp, Lübnan’da da 1975’te başlayan iç savaşın sıkıntılarına da göğüs gererler.

1948’de Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail devleti, Atlantik’in iki yakasının Orta Doğu için öngördüğü politikanın merkezinde yer aldı. Soğuk Savaş dönemine tekabül eden bu döneme Batılıların İsrail/İsrail’in güvenliği merkezli bir Orta Doğu politikası damgasını vurdu. Dünyanın birçok yerine dağılmış Yahudi toplulukları için yurt olarak teşkil/tesis edilen İsrail devletinin güvenliği esas alındığından, İsrail, askeri ve ekonomik olarak olabildiğince güçlendirilerek, Arap âlemi, denizi içinde yenilmez hale getirildi. Bu yüzden 1948’den itibaren 1973’e kadar hemen hemen tüm Arap-İsrail savaşlarından galip çıktı. Osmanlı devletinin inkıraz bulmasının akabinde, zaten batılı/gâlip devletlerce kurdurulan Arap ülkeleri vesayet altında olarak İsrail karşısında bir hayli zayıf/güçsüz bırakıldı. İsrail ise son model askeri teknik donanıma sahip bir ordu kurduğu gibi, nükleer silahlar da üretecek duruma getirildi.

Kısa zamanda, Hazan’a dönüşen “Arap Baharı (!)” ile birlikte son 7 yıldır süregelen olaylar ve iç savaşlar, Yemen’den, Suriye’ye, Libya’ya Orta Doğu’yu tam bir kaos/kargaşa sarmalı içine sokarak, İsrail’in zaten sürekli olarak güçlendirilmiş olan elini çok daha güçlendirmiş, İsrail’e yönelik bölgesel tehditleri nerdeyse tümüyle ortadan kaldırmış, Türkiye’nin de bölgedeki hareket/manevra kabiliyetine büyük darbe vurmuştur.

İsrail 1980’de başkentin Tel-Aviv’de Kudüs’e taşınması, Kudüs’ün Yahudilerin ve İsrail’in ebedi payitahtı olduğunu deklare eden bir karar alır. Bu karar o tarihten beri BM ve uluslar arası kamuoyu tarafından kabul görmez. Zaten BM 1967 savaşı sonrasında aldığı kararda da İsrail’in Doğu Kudüs dahil 6 Gün Savaşında işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesini öngörüyordu. İsrail’in 1980’deki kararına rağmen USA/ABD başta olmak üzere hiçbir ülke sefaretini/elçiliğini Kudüs’e taşımadı. İsrail’in Kudüs’ü başkent olarak ilan etme kararı uluslar arası kamuoyunun desteğinden yoksun olması dolayısıyla uygulanamadı.

Donald Trump’ın Kudüs’le ilgili geçen gün imzaladığı karar tüm bir bölgeye ateş salan bir karar niteliğindedir.

Bu karar, Trump için ABD içinde sarsılan konumunu sağlamlaştırömak için bir araç olabilir ancak bu kararın sonuçları neredeyse kesin bir şekilde kontrol edilemez hale gelecek. Trump bu kararla bölgeye artık ABD’nin de kontrol edemeyeceği çok büyük bir ateş saldı. Bu kararla Evangelist, Neocon kaosçu Armageddonculara gün doğdu.

Esasen, bölgemizde olaylar Hazan’a dönüşen Arap Baharı ile birlikte gün geçtikçe daha derin bir kaos ve karmaşaya doğru seyreden bir hal aldı. Hazan’a dönüşen Arap Baharı ile başlayıp kaosla neticelenen süreç Trump’ın kararı ile çok daha fazla bir kaos sarmalına yol açıcı niteliktedir.

Bu karar, Suudi Arabistan’ın zayıflama ve parçalanma sürecini hızlandıracak. Bu durumda Hicaz’ın Haremeyn’in statüsü de orta yere gelecek. ABD, Hicaz’ı Ürdün’e bağlamayı planlamaktadır. Diğer taraftan İran, Yemen ve San’a’da olduğu gibi Hicaz’da, Haremeyn’de de alan hakimiyeti kavgasına girecek görünüyor.

Öteden beri Suudi Arabistan bir zayıflama gerileme içindeydi. ABD her iki körfez savaşının finansal faturasını Suudi Arabistan’a çıkarmıştı. Yanısıra, petrol fiyatları düşüşü ile de ülkede refah payı dağıtımı iyice daraldı ve ülke içinde bu refah payı dağıtımına dayalı güç dengeleri de bozuldu. Buna Yemen savaşı eklenince zaten süreç iyice kötüleşmekteydi.. Son dönemde buna eklenen Veliahd’ın Saray darbesi, Kraliyet ailesi içine kan girmesi süreci hızlandırdı. Kudüsle ilgili karar konusunda daraltılmış Suudi yönetiminin tavrı ise parçalanmayı iyice tetikleyecek.

Türkiye bu konuda öncelikle, İslam İşbirliği Teşkilatı Konferansında güçlü, eylem planında etkili olabilecek bir karar çıkması doğrultusunda çaba sarfedebilir ve buradan çıkacak sonucu, Trump’ın bu kararına kaşı çıkan İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupa ve Avrupa Birliği ülkelerinin tutumu ile paralel hale getirerek güçlendirebilir. Bu durumda Türkiye’nin İslam İşbirliği Konferansında etkin rol oynaması ve Avrupa ülkeleri ile ciddi bir diyaloga girmesi hayati önem arz etmektedir.

Bu karar, İsrail’i, devletlerin sefaretlerini Kudüs’e taşıma konusunda baskı yapma ve ilk etapta Mescid-i Aksa’nın/Harem-i Şerif’in bölünmesi projesi konusunda cesaretlendirebilir. Zaten İsrail 1967 Savaşndan sonra Kudüs’te, Hz. Davud (A.S) Camii ve Türbesini Sinagog’a çevirmiş, 1994’te de Hebron/El-Halil’deki Hz. İbrahim Camiini de ikiye bölüp, bir bölümünü sinagog haline getirmişti.

Türkiye ve İslam ülkeleri öncelikle ,İsrail’in Mescid-i Aksa’yı/Harem-i Şerifi bölme projesine mutlaka engel olmalıdır. Yine Kudüs’ün statüsü konusunda BM’nin 1947 Taksim planı zemininde BM denetiminde uluslar arası bir statüye kavuşturulması yönünde çaba sarfedilmesi karşı önemli bir adım olacaktır.

#​Yalta Konferansı
#Soçi
#Kudüs