Orta Doğu: Kaostan istikrara, nasıl?

00:0020/09/2014, Cumartesi
G: 12/09/2019, Perşembe
Müfit Yüksel

20. yüzyılın başlarından beri, Batılıların Yakın Doğu ya da Orta Doğu adını verdikleri (Burada ethnocentric bir tanımlama sözkonusu. Bölge birkaç yüzyıldır, kendini adlandırma da dahi aciz duruma düştüğü için, uzaklardan dayatılan tanım aralıklarına mahküm olmaktadır.) bölge/coğrafya, yine batılıların eliyle iki yakası bir araya gelmemektedir. Atlantik"in bir araya gelen iki yakası bölgemizin/coğrafyamızın yakasını bırakmamakta,bölgenin iki yakası bir türlü bir araya gelmemektedir.Bölgede 20. Yüyılın

20. yüzyılın başlarından beri, Batılıların Yakın Doğu ya da Orta Doğu adını verdikleri (Burada ethnocentric bir tanımlama sözkonusu. Bölge birkaç yüzyıldır, kendini adlandırma da dahi aciz duruma düştüğü için, uzaklardan dayatılan tanım aralıklarına mahküm olmaktadır.) bölge/coğrafya, yine batılıların eliyle iki yakası bir araya gelmemektedir. Atlantik"in bir araya gelen iki yakası bölgemizin/coğrafyamızın yakasını bırakmamakta,bölgenin iki yakası bir türlü bir araya gelmemektedir.

Bölgede 20. Yüyılın ilk yarısına, batılı Düvel-i Muazzama tarafından gerçekleştirilen işgal ve sömürge dönemi; ikinci yarısına da, İsrail"in kuruluşunun oluşturduğu istikrarsızlık ve savaşlarla, ihtilâller ve askeri diktatörlükler damgasını vurdu.

Son 20 yılda ise, denklemeler gittikçe karmaşıklaşarak kaos ortamı artış göstermekte, Arap Bahar ile birlikteyse artık tüm bölgeyi kapsayan br niteliğe bürünmektedir. Irak"tan Libya"ya, Lübnan"dan Yemen"e kadar oluşan yeni karmaşa ortamı geleceğe ilşkin öngörüleri de belirsizleştirmekte ürkütücü bir endişe ortamı oluşturmaktadır.Ayrıca bölgede yerel aktörlerin sayısında da bir hayli artış gözlemlenmektedir. Modernizmden, post-modernizme dönüşen süreçte, tam da post-modernizmin öngördüğü yapıya tekabül eden karmaşık bir şekilde çeşitlenmiş bir tablo ile karşı karşıyayız. Bu süreçte, gerek batıdaki siyasal/ekonomik güç dengelerinin çeşitlenmesi, gerekse bunun yansıması olarak bölgedeki yerel aktörlerin de mitoz ve mayoz bölünmelerle çoğalıp günyüzüne çıkması ile oluşan kaotik bir yapı göze çarpmaktadır.

İki yüz yıldır, Orta Doğu üzerinde modern/büyük güçlerin sürekli hesap-kitapla meşgul olduğu ortada. Bunca yıldır bölge dengelerini ne yazık ki, bu hesap-kitaplar belirliyor. Bölge kendi tanım aralıklarını belirleme yetisini uzun zamandır kaybetmiş durumda. Bunlar karşısında kartları yeniden karıp, oyunu bölgenin lehine çevirebilecek bir irade de ufukta pek gözükmüyor. Bölgedeki, devletler, siyasi otoriteler ve güç odakları böyle bir misyonu yerine getirmekten, dahası böyle bir bilinçten bir hayli uzak görünüyor. Orta Doğu"da, Sykes-Picot statükosu denilen sınırlar içindeki siyasal yapılar zaman zaman kendi içinde lokal düzeyde kaosu kontrol altına alabilecek insiyatifleri oluşturabiliyordu. Enerji nakil hatları ve bunların akışı üzerinden bir siyaset üreten büyük güç odakları bu amaç doğrultusunda sınırlı bir alan bırakmışlardı. Bugün bu alanlar da bir bir ortadan kalkma aşamasında. Arap Baharı"na , Arap Sokağının arzusunun tersine olarak yön değiştirtilince, bunun en önemli aracı haline geldi. Açıkçası bahar havası (!) bölgeye zehir edildi.

Bu süreçte, bölgedeki bazı dinamkler araç haline gelmektedir. Daha önceki yazılarda da zaman zaman vuguladığım gibi, bölgede son yüzyılda ön alan Hâricî kökenli katı Selefî/Vahhâbi anlayışın Soğuk Savaş dönemi ideolojik anlayışı ile bileşkelerinden doğan ideolojik Selefî/İdeolojik Hâricî radikal/siyasal hareketlerin bölgede İslâm açısından büyük sancılara yol açtığı ortada. En önemlisi, bölgenin ana Sünni/Ehl-i Sünnet damarını (Eş"arîlik-Matürîdîlik) tahrip kalıbı gibi berhava ediyor.

Müslüman dünyanın Batı/Haçlı dünya ile karşı karşıya gelen, son büyük siyasi temsilcisi olan Osmanlı Devleti"nin zaman içinde, müesseseleri ile birlikte çöküşe geçmesi, bu minvalde Sünnî ve Sufî paradigmanın da, hilâfet, medrese ve dergâh kurumu başta olmak üzere tüm kurumlarıyla çöküşe geçmesi, 20. Yüzyıl"a damgasını vurmuştur.

Yanısıra, Sünnî dünyayı, geleneğin sağlam damarından gelen gelen Ehl-i Sünnet ekolünü temsil edecek, sembolik mahiyette de olsa, hilâfet, medrese, tekke başta olmak üzere hemen hemen tüm dini kurumların bir daha ayağa kalkmamak üzere, yüzyıldır, özellikle Türkiye Cumhuriyetinin radikal reformları eliyle sekülerleşme/laikleşme adına neredeyse kökten tasfiye edilmiş olması, bölgede çok ciddi bir dini otorite ve temsil boşluğu oluşturmuştur.

20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Arap yarımadasında ve Hicâz"da Selefîliğin en marjinal kolu olan Vahhâbi idaresinin hakim olması, Hâricî/Vahhâbi anlayışın İslâm Dünyası"nda boşluktan yararlanarak neredeyse hakimiyet oluşturmasının Sünniliği/Sünni dünyayı adeta rehin almasının başlıca nedenilerinden"dir.

Tüm bu faktörler bölgeyi Küresel/Global adı verilen büyük güçlerin tutsağı haline getirdiği gibi, huzur ve sükunun sıfırlandığı bir zemine sevketmektedir.

Ayrıca, bölgenin ana Müslüman unsurlarından biri olan Kürtlerin bölgedeki rolü hayati bir önem kazanmıştır. 20. Yüzyılda, batılıların çizdiği sınırlar ve ulus-devlet sistemine dayandırdıkları siyasal dizayn bu süreçte en çok Kürtleri vurup hırpaladı. Bölgeyi kontrol eden büyük güçlerin oluşturduğu ulus devletlerin birinci derecede mağduru haline gelen Kürtler bu yeni süreçte ise, bölgede belirleyici bir potansiyel haline geldiler.

Devam Edecek