Hızla akan gündem artık iyice baş döndürüyor. Özellikle ABD/USA Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başşehri olarak tanıyan kararı art arda sıcak gündemleri tetikledi. Görünen o ki, ABD/Trump ve İsrail dışında bu karara ciddi destek veren ülke sayısı çok az ve etkili olmayan ülkeler. Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve bahreyn gibi, siyaseten ABD-İsrail/Trump-Netanyahu kampında yeralan ülkeler dahi bu konuda gerek İslam İşbirliği Teşkilatı Konferası'nda, gerekse BM’deki oylamalarda karşıt tutum sergilemek durumunda kaldılar.
BM Genel Kurulu Kararları'nın Güvenlik Konseyi Kararları gibi bağlayıcılığı olmadığı, Güvenlik Konseyi'nde geçen gün bu konuda alınan kararın ABD/USA vetosu ile kaldırıldığı da açık. Ancak yine de bu kararın BM Genel Kurulu'nda 9’a karşı 128 ülkenin oyu ile alınmış olması uluslararası diplomaside çok önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Kudüs konusunda, İsrail ve Donald Trump’ın emr-i vâkisine karşı uluslararası bir tavır birliği ortaya çıktı. İslâm ülkeleri ile Avrupa ülkeleri çoğunlukla bu konuda aynı, paralel bir çizgi sergilediler. Bu çizgi, Trump’ın bu kararına rağmen, kararın fiiliyatta uygulanmasını bir hayli zorlaştıracak. Muhtemelen ABD bile sefaretini/elçiliğini hemen kısa vadede Tel-Aviv’den Kudüs’e taşıyamayacak. Avrupa başta olmak üzere diğer ülkeler sefaretlerini Kudüs’e taşımama konusunda kararlı görünüyorlar. Dolayısıyle, İsrail, sefaretlerin Kudüs’e taşınması konusunda diplomatik ilişkide bulunduğu ülkeleri istediği gibi zorlayamayacak.
Bundan sonraki adım olarak, mevcut durum Türkiye başta olmak üzere bu konuda çaba sarfeden İslâm ülkelerini; BM Genel Kurulu'nda evet oyu veren ülkelerle konuya ilişkin daha sıkı bir çalışma içerisine girmesini zorunlu kılmaktadır. İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin ve Hindistan, Çin gibi Uzakdoğu ülkelerinin karara karşı tutumları hem Türkiye hem de bu hususta Türkiye ile birlikte hareket eden İslam ülkeleri için bir şans/fırsat olarak değerlendirilebilir. Ayrıca, Kudüs’teki mukaddes mekanların hürmet ve sıyanetinin muhafazası/korunması, El-Aksa/Harem-i Şerif başta olmak üzere İsrail tarafından bölünmesi veya dönüştürülmesi (1967’de Hz. Davud (a. s.) Camii ve Türbesi"nin; 1994’te El-Halil/Hebron’da Hz. İbrahim Cami-i Şerifi'nin büyük bir bölümünün İsrail tarafından Sinagog’a dönüştürülmesi gibi) tehlikesinin, ihtimalinin bertaraf edilmesi, engellenmesi hususu üzerinde dikkatle durulması dereken bir meseledir. Eğer önü alınmasza bu tehlike aynı şekilde Kıyamet/Kamâme Kilisesi/The Holy Spulchure gibi Hristiyan dünyanın kutsal saydığı mekanlar için de geçerlidir.
Daha sonraki, aşamada, BM’nin 1947 Taksim Planı/Partitition Plan ve diğer bir kısım kararları zemininde iki devletli çözüm ve Kudüs’ün gelecekteki statüsü konuları, üzerinde hassasşiyetle durulması gereken hususlardır.
BM Genel Kurulu’nun Kudüs kararı oylamasında Bosna-Hersek’in çekimser oy kullanması, kamuoyunda şaşkınlık uyandırdı. İlk bakışta, Bosna savaşı sırasında ve sonrasında Türkiye başta olmak üzere İslam ülkeleri kamuoyunun desteğini almış bir ülkenin, oylamada böyle bir tutum sergilemesi çok şaşırtıcı gelmekte ve kızgınlığa neden olmaktadır. Ancak, Dayton Anlaşması'na dayalı Bosna-Hersek’in idari-siyasi yapısı ele alındığında farklı bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz. Bosna-Hersek’teki federal yapıda iki Cumhuriyet ve dönüşümlü üç eş başkanlı bir idari-siyasi yapı sözkonusu. Bir tarafta Sırp Cumhuriyeti, diğer tarafta Boşnak-Hırvat Federasyonu. Ayrıca, Boşnaklar Bosna-Hersek’te %45’i aşkın bir nüfusa rağmen, çoğunlukla kent/kasaba merkezlerine meskun olmalarından dolayı, sadece %26-27 nisbetinde bir bölgeyi kontrol etmekte; Sırplar çoğunlukla kırsalda yaşadıkları için ülkenin %49’unu; Hırvatlar da %25 civarında bir bölgeyi kontrol etmekteler. Bosna-Hersek’teki Hırvatlar'ın, AB ülkesi Hırvatistan gibi bir hâmisi varken, Sırplar da Sırbistan’a dayanmaktadırlar. Boşnakların ise yanıbaşında bu şekilde hâmi olabilecek bir devlet/komşu bulunmuyor. Bu bakımdan, Bosna-Hersek’te Boşnaklar/Müslümanlar için bölgenin eski patronunun bakiyesi olan ve en büyük Boşnak diasporasını barındıran Türkiye dışında hâmisi bulunmuyor. İki federasyon ve üçlü başkanlık sistemi, Boşnakların Dayton anlaşmasının sonucu olarak siyaseten karar mekanizmasında iyice zayıf duruma düşürülmüş olması maalesef böyle bir sonuca yol açtı. Bir karar alınırken her üç eş Cumhurbaşkanı'nın onayını gerektirmektedir. Sırp ve Hırvat eşbaşkanlar BM’de tutum sergileme konusunda Boşnak eşbaşkan Bakir Begovic’e muhalefet ettiler. Ayrıca, Bosna-Hersek’in BM’deki temsilcisi de Sırp. Dönüşümlü başkanlık sisteminde şu anda Bosna-Hersek’te Hırvat başkan var.
Ancak, Türkiye’nin son yüzyılda yaşadığı travmalar, Tek-Parti Resmi İdeolojisi'nin devam eden etkisi ve Resmi İdeoloji'nin ve buna dayalı devletin Türkçülüğü, Hâriciye politikasındaki 'Dış Türkler, Soydaşlar' takıntısı/takozu, Balkanlara ve Kafkaslara yönelik, “Yurtta sulh, cihanda sulh.” söylemi arkasına gizlenen dış politika tembelliği, yine buna dayalı Balkanlar'a ve Kafkaslar'a yönelik kronik ilgisizlik, Meriç’in ötesini görememe, yüz yıldır içine girilen uluslararası angajmanlar/ittifaklar Türkiye’nin yeterli düzeyde destek vermesinin önünü kesmektedir. Hele, Arap Baharı/Hazanı ile başlayan sürecin/siyasetin Türkiye’ye vurduğu prangalar bunu daha da güçleştirmektedir.
Türkiye, olabilecek en kısa sürede Resmî İdeoloji'nin 'takoz' niteliğindeki bu engellemelerinden, 'Dış Türkler, soydaşlar' sendromundan kurtulup, kronik ilgisizlikten sıyrılıp sağlıklı bir Balkanlar/Rumeli politikası devreye sokmalıdır. Merhum Alija İzzetbegovic tarafından Türkiye’ye emanet edildiği ifade olunan Bosna-Hersek’e alt yapısı güçlü, sahici bir siyasetle sahip çıkılıp, arkalanmalıdır. Üçlü dönüşümlü başkanlık ve iki federasyon sisteminde Boşnaklar'ın zaman içinde güçlü hale gelebilmesi Türkiye ve diğer İslâm ülkelerinin desteğine vâbestedir. TİKA ve benzeri kuruluşlarla, bazı belediyelerin mevcut faaliyetlerinden çok daha fazla faaliyet ve yatırıma ihtiyaç vardır. Daha, Saraybosna’nın içinde bulunduğu alt yapı eksikliği/eskiliğinden kaynaklanan su sorunu gibi sorunlara kalıcı bir çözüm bulunamamıştır. Altyapı, yol vs. birçok sorun olduğu gibi. İstihdam sorunu başı çekmektedir. Ülkede artan işsizlik genç nüfusun hızlı bir şakilde Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’ye göç etmelerine yol açmakta, Müslüman/Boşnak nüfus gittikçe azalmaktadır. Ülkede tarım-hayvancılık büyük oranda kırsalı kontrol eden Sırp nüfusun elinde olduğu gibi, Ticaret AB desteğine sahip Hırvatların kontrolünde bulunmaktadır. Boşnaklar'ın, esnaflık ve akademisyenlik yapma dışında pek seçenekleri bulunmuyor. Bu yüzden Bosna-Hersek’te istihdam alanlarının genişletilmesi, çeşitlendirilmesi yönünde uzun vadeli bir çalışmaya gereksinim duyulmaktadır.
Yanısıra, Türkiye’de yaşayan Bosna-Hersek ve Sancak kökenlilerin, Resmî İdeoloji etkisi kaynaklı anavatanlarına olan kronik ilgisizliklerinin hızla bertaraf edilmesi gerekmektedir. Türkiye’de yaşayan 4 milyonu aşkın Boşnak diasporasının Bosna-Hersek siyaseti denklemine aktif bir şekilde dahil edilmeleri de icap etmektedir.
Yanısıra, Arnavutluk'un Kudüs konusunda BM oylamasında sergilediği tutum da gerçekten takdire şayandır. Balkanlarda/Rumeli’de en kalabalık ve dinamik Müslüman nüfus olan Arnavutlar, Ahde Vefa/Besa konusunda yine asil bir tavır ortaya koydu. Bu bakımdan, Türkiye’nin Balkanlar/Rumeli siyasetinde Arnavutları merkeze alan bir siyaset izlemesi daha da elzem hale gelmiştir.
Son günlerde, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)Hariciye Nâzırı'nın, Medine Müdafii, Rusçuklu Bâlizâde/Malkoçzâde Merhum Ömer Fahreddin Paşa ile ilgili sosyal medyadaki mesajı gündeme düştü. BAE Dışişleri Bakanı'nın merhum Ömer Fahreddin Paşa’ya yönelik hırsızlık vb. Suçlamaları hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktadır. Ömer Fahreddin Paşa, Birinci Cihan Harbi'nde İngilizler'le işbirliği içine girerek, 50.000 paund değerinde altın alıp, İstanbul’a karşı ayaklanan Mekke-i Mükerreme Emiri Şerif Hüseyin Paşa ve hempalarına karşı gerçekten dillere destan bir direniş ortaya koyar. (Şerif Hüseyin Paşa’nın İngilizlerle işbirliği ve aldığı para vs. destekle ilgili belgeler/mektuplar için bakınız: Zeine N. Zeine, The Struggle For Arab Independence, Beiruth, 1960.) Ömer Fahreddin Paşa Medine-i Münevvere’deki bir kısım kalan Mukaddes emanetleri altı sandık içinde zabıtlar tutturarak, Şam’a göndermiş. Şam’da bu sandıkların, bazı Jön-Türk İttihatçılarca açılmış olmasında Merhum Fahreddin Paşa’nın hiçbir dahli ve sorumluluğu bulunmamaktadır. Yanısıra, Fahreddin Paşa, Medine için İstanbul’dan gönderilmiş olan altın, para ve bazı mücevherâtı bir sandık içinde yine şahitlerle bir zabıt tutturarak kesin olarak Medine yakınlarında bir tepeye gömdürür. Bu gömü son yıllarda bazı Suudi-Aneze mensuplarınca bulunur. Ve bu konuda bazı çevreler açıkça bilgilendirilir. Bu sandık ise hiçbir şekilde Medine dışına çıkarılmadı. Dolayısıyle, BAE Dışişleri Bakanı'nın Merhum Ömer Fahreddin Paşa’ya yönelik hırsızlık suçlamasının hiçbir temeli bulunmayıp, desteksiz iftiralardan ibarettir. (Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası için bakınız: Naci Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası-Hicâz Bizden Nasıl Ayrıldı, Sebil Yayınevi, İstanbul, 1971; Feridun Kandemir, Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası, 3. Baskı, Yağmur Yayınevi, İstanbul, 2005.)
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.