Japon İmparatorluk Ordusu'nun Asya'daki kuvveti Kwantung Ordusu 1931'de Mançurya'ya girdiğinde dünya hiçbir şey yapmadı. Sözüm ona dünya barışını muhafaza etmek için kurulmuş olan Milletler Cemiyeti'nin (Leauge of Nations) aslında ne kadar etkisiz bir yapı olduğunun ilk göstergesiydi bu. İşlediği savaş suçlarından, katlettiği insanlardan ve işgallerinden sorumlu tutulup durdurulmayan Japonya, 1937'de Çin'i işgal edecek ve bir ölüm makinası gibi şehir şehir ilerleyecekti. Nanking düştüğünde, sadece dönemin başkentinde yüz binlerce insan öldürülmüş, on binlerce kadına tecavüz edilmişti. Japonya'yı durdurmak için dünya sekiz yıl daha bekleyecek ve 1945'te ABD'nin Japonya'ya göndereceği iki atom bombasıyla bir anda yüzbinlerce insan daha ölecekti.
İtalya'nın Faşist Lideri Benito Mussolini 1935'te Etiyopya'yı (Habeşistan) işgal ettiğinde dünya hiçbir şey yapmadı. İtalyanlar 250.000 Etiyopyalıyı öldürdü. Koca koca odalarda üyelerini toplayıp mühim şeyler tartışıyormuş gibi yapan Milletler Cemiyeti bir kez daha basiretsiz kalmıştı. İtalya da Etiyopya da Milletler Cemiyeti üyesiydi, ama topluluk ne İtalya'yı kontrol etmeyi ne de Etiyopya'yı korumayı başarabilmişti. Doğrusunu isterseniz, pek çok kişi Mussolini'nin 'zaferi'ni övmekten de geri durmuyordu; James Burgwyn gibi tarihçilere göre bu müthiş bir başarıydı. 1945'te İtalya'dan İsviçre'ye kaçarken yakalanıp öldürüldüğünde, Mussolini'yi Nazi Almanyası'na bağlı bir uçaksavar taburu koruyordu.
Adolf Hitler hepsinden daha cüretkardı. Ama yine de, Alman birlikleri 1936'da Versay Anlaşması'nı ihlal edip Rhineland'ı işgal ederek askerden arındırılmış bölgeyi yeniden silahlandırdığında, dünya hiç bir şey yapmadı. Kimsenin onu durdurmaya niyeti olmadığını anlayan Hitler, 1938'de Avusturya'yı ilhak etti. Aynı yıl Gestapo, SS birlikleri ve sivil Naziler Yahudilere karşı harekete geçip yakıp yıkarak sadece bir gecede 800 Yahudi'yi öldürdükleri, sonraları Kristallnacht olarak anılacak geceye imza attıklarında da dünya hiç bir şey yapmadı. Daha da cesaretlenen Hitler, Sudetenland'da hak iddia etti. Durumun giderek kötüye gittiği ortadaydı ama yine de Münih Anlaşması'yla bölge Almanya'ya verilecek ve İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain'in anlaşmanın ardından sarf ettiği şu sözler ironiyle hatırlanacaktı: “Almanya'dan zamanımızın barışıyla döndüm.”
Nitekim Hitler, sözünde dur- mayarak Çekoslovakya'nın kalanını da işgal edecek ve üstüne üstlük İngilizlerle Yahudileri savaş çığırtkanlığıyla suçlayacaktı. Sıradaki hedefiyse Polonya olacaktı.
Herhalde dünyanın verdiği en kötü sınavlardan bir diğeri İspanya İç Savaşı'ydı. Hitler'in ve Mussolini'nin General Franco'ya verdiği askeri destek yetmezmiş gibi, Ford, GM ve Texaco gibi Amerikan şirketleri de ambargoyu delerek makine, araç-gereç, kamyon, yakıt sağlıyordu. Batı'nın pek çok yerinde Katolikler Franco'ya destek yürüyüşleri düzenliyorlardı. Franco 1939'da kazandığında İç Savaş'ta çoktan beş yüz binden fazla insan ölmüştü. Demokrat Amerikan Başkanı Franklin Roosevelt, “İspanya politikamız çok büyük bir hataydı,” dediğinde iş işten çoktan geçmiş olacaktı.
Bugün Alman nazizmine, İtalyan faşizmine ve Japon militarizmine karşı iyilerin zaferi olarak nitelenen 2. Dünya Savaşı aslında göz göre göre, yıllar süren umursamazlık, bencillik ve aptallıkların bir sonucu olarak gelmişti. Bazıları gidişatı okumakta ve milyonların ölümünü engellemekte çok geç kalmış, bazılarıysa zalimliklerinden bu kapıyı sonuna kadar açmışlardı. Bunlardan biri de Harry Truman'dı. Hitler 1941'de Sovyetler Birliği'ni işgal ettiğinde, “Almanya kazanırken Rusları, Rusya kazanırken Almanları destekleyelim ve birbirlerini olabildiğince fazla öldürmelerine izin verelim” diyen Truman, dört yıl sonra ABD Başkanı olacaktı. Geliyorum diye bağıran 2. Dünya Savaşı'nı engelleyemeyen Milletler Cemiyeti ise 1946 yılında dağılacaktı.
2. Dünya Savaşı'nın görünmeyen yüzü ise yer değiştirmek zorunda kalan insanlardı. Milyonlarca insan savaşın öncesinde kaçmaya, sonrasında ise yer değiştirmeye mecbur kaldı. Savaşın ihmal edilmiş yüzünü, mültecileri anlatan, adını hatırlayamadığım bir kitapta, 16 yaşında kaçırılmış ve Nazi çalışma kamplarında zorla çalıştırılmış Polonyalı bir gencin, kamptan kurtulduktan sonra yersiz yurtsuz kalışını ve sığınacak bir yer ararken yaşadıklarını anlatışı aklıma kazınmış; şöyle diyordu: “Öncesi ile sonrası arasında gerçekten bir fark var mı? Önceden de bir numaradan ibarettim; şimdi de bir numaradan ibaretim. Önceden 'Polonyalı köpek' diye sesleniyorlardı arkamdan, şimdiyse 'sefil Polonyalı' diye bağırıyorlar. Almanlar beni aşağı görüyorlarsa İngilizler de beni hor görüyorlar, reddediyorlar. Almanlardan nefret ederdim, şimdi İngilizlerden de nefret ediyorum.”
1931'den bu yana 84 yıl geçti ve dijitalleşmiş, küreselleşmiş, modernleşmiş görüntüsünün ardında dünya neredeyse hiç değişmedi. Çatışmalar her gün daha kötüye giderek yayılıyor ve Milletler Cemiyeti'nin yerini alan Birleşmiş Milletler dahil olmak üzere dünya izlemekten, biri kazanırken diğerini desteklemekten ve sonra dengeler adına saf değiştirmekten başka hiçbir şey yapmıyor. Bugün dünyadaki mülteci rakamları 2. Dünya Savaşı'ndan beri ulaşılan en yüksek rakamları da aşmış vaziyette. Durum sadece tablolarda değil, sosyal ve geleneksel medyadan taşan fotoğraflardan da görünüyor. Yerinden olmuş insanlar, İkinci Dünya Savaşı gibi bir acıyı yaşamış Avrupa'nın kapılarında, dünün mültecileri bugünün mültecilerini istemiyor; o ona gönderiyor, o ötekine. İnsan kaçakçılarının eline düşmüş garibanların cesetleri, kah deniz kıyılarına vuruyor kah boğularak öldükleri kamyonların içinden çıkıyor.
Bu düzene meydan okuyan ve önlem alınmazsa neler olabileceğini yıllardan beri söyleyen bir Türkiye vardı. İki milyona yakın Suriyeli sığınmacıyı kendi imkanlarıyla misafir eden, Birleşmiş Milletler'in çarpık düzenini “Dünya 5'ten büyüktür” diyerek eleştiren bu devlet de iki yıldır ardı arkası kesilmeyen saldırılarla zayıflatıldı; kendi iç güvenliğiyle, iç çatışmalarıyla uğraşır hale getirildi. Gözümüz bu dönemin Hitler'i Esad'ın işkencehanelerine, varil bombalarına, kimyasal silahlarına bahaneler bulup, savaştan kaçıp Türkiye'ye sığınanları terörist olmakla, Erdoğan'ı ise 'diktatör' olmakla suçlayanları da gördü. Suriyeliler Esad rejimi tarafından bombalanarak, işkence edilerek, aç ve susuz kalarak, kafalarına sıkılarak, Şebbihalar tarafından taşlanarak, kesilerek, yakılarak, IŞİD tarafından insan zihninin alamayacağı yöntemler denenerek öldürüldü; şimdiyse bir yerlere sığınmaya çalışırken denizlerde, kamyon arkalarında boğularak ölüyorlar.
Ve dünyanın içinde bulunduğu umursamazlık, acizlik, kötülük ve ihmalkarlık, “daha nereye kadar” sorusunu sormaktan usandırdı, artık “bu daha başlangıç” dedirtiyor.