2010 yılına kadar hiç oy kullanmadım. Siyasal gündemi her zaman takip ettim etmesine ama siyaseti hiçbir zaman sevmedim. Ailemde siyasetle ilgilenen çok insan olsa da, ben onlardan biri değildim. Hala da öyledir durumum, bugün gördüklerim, gözlemlediklerim üzerine yazıyor olsam da, aslında siyaset dünyasından korkarım.
Oy kullanmayacak kadar pasif olmam önceleri umutsuzluktandı. 80'li, 90'lı yıllar karanlıktı, çocukluğum, gençliğim boyunca gördüğüm tüm siyasi partilerin yetersiz, beceriksiz ve yalancı olduğuydu. Ne yakın tarih ne de mevcut aksini söylüyordu. Öyle ki, çoğu siyasetçinin motivasyonunun “Şu hayatta hiçbir şey olamadım, bari siyasete gireyim”den ibaret olduğunu düşünürdüm.
Ak Parti yeni kurulup ilk kez seçimlere girdiğinde, pek çok kişi ondan umutlu olsa da, o kadar pesimisttim ki, sandığa gitmedim. Seçim sonuçlarının açıklandığı geceyi hatırlıyorum; yine bu günlerdeki gibi serin bir sonbahar günü, herkes yeni bir dönemin başladığını söylerken bir yandan içten içe umutlanmak istiyordum, bir yandan da bu ülkede hiçbir şeyin değişmeyeceğine o kadar emindim ki, boş yere umutlanıp hayal kırıklığı yaşamak istemiyordum.
Hızla değişmedi hiçbir şey, ertesi sabah uyandığımda gündem sürekliliğine uygun bir şekilde akmaya devam etti ve ondan sonraki sabah da... Gerçekten de yeni bir dönem başlamıştı oysa. Dört yıl sonra dönüp baktığımda siyasetin çehresinden iddialarına ve ekonomik duruma pek çok değişikliğin sessiz bir şekilde yaşandığını görebiliyordum. Eskisi gibi umutsuz değildim, bakışımda bazı değişiklikler olmaya başlamıştı, ama hala oy kullanacak kadar da cesur değildim. Nitekim Türkiye anayasası hala aynı anayasaydı.
Sandığa ilk kez 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu için gittim. Büyük bir değişikliğe en çok o zaman yaklaşmıştık ve bunun bir parçası olmam gerekiyordu. “Evet” demeyi o kadar istesem ve savunsam da, 90'lı yıllardan beri şüphenin de ötesinde bir tepkiyle yaklaştığım Gülencilerin de aynı şeyi savunuyor olması tek endişemdi. Bu eski pesimistliğimden kalan son parçaydı. Oyumu kullanırken, zihnimde çıkardığım sağlama, seksen yıllık köklü derin devlet yıkılırsa yeni ve başka bir derin yapının istese de kök salamayacağı şeklindeydi. Açıkçası, birkaç yıl sonrasında çıkacak olan AK Parti-Gülenciler kavgası başkaları için beklenmedik olsa da benim için oy kullandığım anda bile bir umuttu.
Aradan geçen zaman içinde, vesayet ve darbe girişimlerine karşı başlatılan soruşturmaların seyrinden nasıl çıktığını gördükçe, bu umudu kaybetmeye başladığımı söylemeliyim. Ancak 2011 seçimlerinde Ak Parti'nin izlediği yolun medyatik Gülenci isimleri iktidarı tehdit edecek kadar kızdırması ya da 7 Şubat 2012 MİT krizi gibi gelişmeler, yeniden başlayan kötüye gidişin sürdürülebilir olamayacağının birer belirtisiydi. Bir kırılma yaşanacağı belliydi ve bu kırılma iyiye gidişe takoz koyan yeni derin yapılanma peşinde koşanlarla halkın iradesi arasında olacaktı.
2013 yılında Çözüm Süreci ilan edildiğinde belki de hayatımda hiç olmadığım kadar sevinmiştim. Faili meçhule kurban giden bir tanıdığım yoktu, işkence gören yakın akrabam da, hatta ülkenin güneydoğusuyla doğrudan bir bağım da... Hayatıma doğrudan temas etmeyen bir gelişmenin beni bu kadar sevindirmesi, yine en çok beni şaşırtmıştı. Milliyetçi olma ve milli olma arasındaki fark üzerine ilk kez o zaman uzun uzun düşündüm. Hayatım boyunca milliyetçiliğe uzak olmuştum ama milli olmak, yerli olmak, fikir sahibi bile olmaya gerek bile olmayan bir olgu, içten gelen bir duyguydu. Bu topraklarda birlikte ve kardeşçe yaşamak için atılan yerli bir adımın verdiği duygu tarifsizdi. Bugün o süreç buzdolabına kaldırılmış olsa da, iki yıl boyunca şehit haberi gelmeden geçen o dönem bunun mümkün olabileceğini gösterdi.
Nevruz günü Çözüm Süreci'nin başlamasına o kadar sevinirken, ertesi günü gelen İsrail'in Mavi Marmara özrü sonrası “Bu kadar sevinmek normal değil, sonunda yine üzülmeyelim” diye düşündüğümü hatırlıyorum bir Türkiyeli refleksiyle. Maalesef öyle de oldu. 2013 yazından itibaren o kadar üzüldük ki, o kadar acı çektik ki, hepsini bir bir sıralayamıyorum. Ama aynı zamanda ardı ardına gelen saldırılara o kadar direndik, o kadar sabrettik ki, bu ülke üzerine nasıl bir oyun kurulursa kurulsun, nasıl bir baskı uygulanırsa uygulansın, bir kere umudu tatmış, bir kere yerli bir birlik ve beraberlik projesinin mümkün olduğunu fark etmiş insanların bundan vazgeçmeyeceğini görebiliyorum.
Kendimden bahsettiğim bir yazı yazdığım için özür dilerim. Ancak Yeni Şafak'ın başlattığı 'Başka Türkiye Yok' kampanyası, bana nereden nereye, nasıl geldiğimizi düşündürürken, bir fert, bir vatandaş olarak beni bu süreç içinde kronik bir umutsuzluktan çıkarıp milli bir umuda çeken nedenleri hatırlattı. Kendi blog sayfamla başlayıp sonrasında Yeni Şafak'ta devam ettirdiğim köşe yazılarımın nedeni de bununla bağlantılı. Siyasetten umutsuz bir geçmişten gelip barışın, huzurun ve refahın mümkün olduğunu görüp, hissedip, tekrar kaybetmek hiç şüphesiz mücadele istediği doğuruyor, seni kazandığın güzellikleri kaybetmemek için bir şey yapmaya, bir şey söylemeye teşvik ediyor.
Umutsuzluğumuz da başka bir Türkiye olmamasından, umudumuz da... Mücadelemiz de, yorgunluğumuz da... Zira vatanım diyebileceğimiz başka bir yer yok. Başka Türkiye yok.