Eyüp Sultan Camii avlusunda toplanmıştık. Önümüzde bir tahta at, üstünde yeşil örtü, içinde mütebessim uzanmış bir efsane; kendini Necip Fazıl’ın “azat kabul etmez kölesi” sayan Hilmi Oflaz vardı. Hepimizin Hilmi Amcası. 1998 Mayısının 15’iydi. Hoca sordu “Nasıl bilirdiniz?” Cevap belli. Elbette iyi bilirdik. Hem de çok iyi… Saf hâlindeydik. “Er kişi niyetine” el bağlamıştık. Gözlerim yaş içindeydi. Dokuz gün önce vefat eden babamın cenazesinde tuttuğum pınar gözeleri bu defa durmuyordu. Hem ona
Eyüp Sultan Camii avlusunda toplanmıştık. Önümüzde bir tahta at, üstünde yeşil örtü, içinde mütebessim uzanmış bir efsane; kendini Necip Fazıl’ın “azat kabul etmez kölesi” sayan Hilmi Oflaz vardı. Hepimizin Hilmi Amcası.
1998 Mayısının 15’iydi. Hoca sordu “Nasıl bilirdiniz?” Cevap belli. Elbette iyi bilirdik. Hem de çok iyi… Saf hâlindeydik. “Er kişi niyetine” el bağlamıştık. Gözlerim yaş içindeydi. Dokuz gün önce vefat eden babamın cenazesinde tuttuğum pınar gözeleri bu defa durmuyordu. Hem ona ağladım, hem babama, hem kendime.
Sonra Hilmi Amcamızı Haliç’e bakan yamaçta üstadının yanına defnettik.
Aradan ne çok sene geçmiş. Çeyrek asırdan bir fazlası.
Yeni Şafak Pazar Ekinde bu hafta Ayşe Olgun’un Hilmi Oflaz sofra geleneği hakkında yaptığı haber ne güzeldi. Görmeyene tavsiye ederim. (https://www.yenisafak.com/hayat/her-fikre-acik-sofra-4621811)
*
Kahvehane, sadece kahve içilen yer değildir. Başka şeyler de içilir. Kıraathane, sadece gazete, kitap, dergi okunan yer değildir. Çok daha fazlasıdır.
Sosyal hayatın vazgeçilmez unsurudur o mekânlar. Kahve deyip geçemeyiz. Kültürün merkezidir.
Sohbet edilir, çay içilir, tartışılır, kavga bile edilir. Oturulup sessizce düşünülür, efkâra dalınır. Hilmi Oflaz sofrası da kurulur. Zeytin, peynir, domates ekmek ile başlar, pideye ve kebaba kadar çıkar.
*
Küllük varmış bir zamanlar. Orayı göremedik, kayda geçen hatıralardan ve fotoğraflardan biliriz.
Ardından Marmara Kıraathanesi... İlkin, bilmeden, yolumun üstünde olduğu için girmiştim. Sonra birkaç defa daha uğradığım oldu. Ama bizim kuşağın asıl mekânı Erenler adıyla bilinen Çorlulu Ali Paşa Medresesiyle başlar. 80’li yılların ortasında bir gün Selman Cahit ve Haluk Taşkale’yle beraber gitmiştik. Müdavim oluşumuz 90’ların ilk yıllarındadır.
Ankara’dan ayrılırken Nihat Genç “Erenler’e uğra, İlhami Atmaca’yı orada bulursun” demişti.
*
Öyleydi, kimi ararsak, orada bulurduk. Şair, yazar, öğrenci, yayıncı, işsiz, işçi, memur, esnaf fark etmez… Kim bizi ararsa, orada bulacağını bilirdi. Her akşam uğradığımız yerdi. Yazın bahçede, şadırvan etrafında, kışın yüksek kubbenin ve hep aynı sisin altında.
İlk uğradığımda İlhami’yi bulamadım ama İbrahim Kiras, Ebubekir Kurban, Şaban Abak, Nusret Özcan ve tek tek saymaya bu sütunun elvermediği pek çok arkadaşı buldum.
*
Çorlulu zamanla turistik bir kimlik kazandı. Geleni gideni çoğaldı. Şef garson İsmail Abi eskilere rastlayınca akrabasını görmüş gibi davranır oldu. Bir gün Mustafa Kutlu, “Gel bakalım” dedi. Hemen yan taraftaki Sinan Paşa Medresesine girdik. İçeriden yüzlerce kamyon toprak çıkarılıyordu. İlesam lokali olarak açıldı. Bizim ekip, garson Muhittin’le birlikte oraya taşındı. Onu Çorlulu’dan çalmıştık. Medresenin yarısı da Balkan derneklerine aitti.
Hilmi Oflaz sofraları oradayken başladı. Birkaç kişiden yardım alarak sofrayı donatır, herkese ikram ederdi. En başta öğrenciler gelirdi elbette. Hatta diyebiliriz ki o sofralar, taşradan gelmiş üniversite öğrencileri için kurulurdu. Barış Abinin dediği gibi, alnı açık, gözü toklar baş köşeye buyururdu.
*
Gün geldi Sinan Paşa kapandı. Az ilerideki Türk Ocağı’na taşındık. Aynı zamanda Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi olan Kızlar Ağası Medresesi’ni mekân tuttuk. Sanki bir el bizi ileriye doğru sürüyordu. O günlerde Mustafa Kutlu’ya şöyle demiştim: “Ağabey, bu gidişle bizi denize dökecekler.”
Yanlış değil, denize döküldük sayılır. Karşı kıyıdan da çıktık, Çamlıca’ya ulaştık. Onun öncesindeyse yıllarca Süleymaniye’deki Antik Kafe’de toplanıldı. Arada Mevlâna İdris’in Eski Kafa’sını da unutamayız tabii.
*
Akademisyen Ahmet Uysal, İstanbul’daki bu kahvehane geleneğini, uzun süren çalışma sonunda, insan, mekân, tarih perspektifi ve “Ben de Çay Parası Ödüyorum” ismiyle kitaplaştırdı.
Ötüken’den çıkan 512 sayfalık takdire şayan bu kitap, tam anlamıyla tarihe not düşmektir.