İnsanın anavatanı çocukluğuymuş derler; bütün kıtalardan, karalardan, toprak parçalarından bağımsız. Çocukluk; bayramda yeni alınmış bir ayakkabı için sevinçten uyunamayan geceler... Bölünüp yarısı arkadaşa verilen simitler, silgiler, sevgiler…
Her şeyin anlamını yitirdiği bir dünyada, insanın, içine çekildiği zaman, başını dizine koyabileceği masum ve temiz hatıralar. Çocuktuk daha, o zamanlar imara açılmamıştı masumiyetimiz, içimizde patikalar, dağlar, bayırlar, coşkun ırmaklar…
Yazdı, tatil yaklaşıyordu… Her yaz tatilinin ayrı bir yeri vardır çocuğun hayatında. Hele vatandan binlerce kilometre uzakta, gurbet ellerde büyüyenler için bambaşka.
Karneyi almadan iki gün önce okul idaresinden izin almıştı babam. Hafta sonuna kalırsak, Edirnekapı gümrüğünde bir günümüz daha boşa gidecekti. Oysa vatanda geçen her gün altın değerindeydi. Tatlı bir telaş olmazdı yolculuklar öncesi bizim evde. Babam sağolsun fırtına estirirdi, anacığım bir taraftan hazırlık yapar, bir taraftan fırtına ile mücadele eden bir gemi kaptanı misali… Ben ve kardeşlerim, ortadaki miçolar.
Sıla yolu uzun, hayat kısa. “Alaman ve Avusturya’da sıkıntı yok, Yugoslavya’ya girince başlıyor sıkıntılar, hele Bulgar’dan geçmek, sırat köprüsünden geçmekten daha zor” diye konuşuyorlardı büyükler aralarında. Benim ise umurumda değildi hiçbiri, tek beklentim bir an önce yola çıkmaktı.
Şehirlerarası yollarda vazgeçtim çocuk olmaktan diyordu şair, nereden bilebilirdim bir gün benim de ülkelerarası yollarda vazgeçeceğimi çocukluğumdan…
*
Sabah namazından sonra yola çıkılırdı. “Gecenin hayrından sabahın şerri daha iyi” derdi babam. Çocuktuk o zamanlar aklımız ermiyordu böyle afilli laflara. Belki de çocuk olmanın en güzel tarafı, anlamadan, anlam çıkarmadan masumca bakmaktı hayata. Tek çıkılmazdı o zamanlar yola malum Yugo ve Bulgar’da çok sıkıntı vardı. Üç araba yola çıktık; bizim sarı Merso, diğer arabalardan biri beyaz, diğeri mavi Ford granada. Ahmet ve Salih amcalar, onların da biz yaşta çocukları vardı. Hepimizde tatlı bir heyecan... Bir tek Dilara abla bizden büyüktü. Yirmi yaşında güzeller güzeli Dilara abla... Bir tek o mahzundu, sevinç emaresi yoktu yüzünde. Meczup olmuş diyorlardı, hiç konuşmazdı, yüzünde hep bir tebessümle bakardı. Akıl hastanesinde yatarmış. “Üçler ilişmiş” diye fısıl fısıl anlatırdı kadınlar.
Sabaha kadar uyuyamamıştım o gece. Hani, Ramazan’da sahura kaldırmazlar şimdi bunlar beni diyerek uyuyamaz ya insan, işte öyle bir heyecan. Sabah oldu, çıktık yola. En az üç gün sürecek yol diyordu, babam. Dört çocuk arkada, önde annem, babam. Yola çıktıktan yarım saat sonra küçük kardeşim; ”Baba geldik mi?” deyince babam “Daha üç gün var ulan eşşek sıpası!” diyordu…
Ülkelerarası yollarda öğrendim, başımı arabanın camına dayayıp dışarıyı izlemek neymiş, her yolculuk nerelere sürüklermiş insanı… Kardeşlerim uyumuştu, annem de dalmıştı, babam konvoydan kopmadan dikkatlice ilerliyor, yolların tenhalığına, arabanın ıssızlığına, teypte Ferdi Tayfur’un “Ah bir çocuk olsaydım, parklarda oynasaydım”ı karışıyor.
Ahmet amca bizi sollarken, Dilara abla da başını cama dayamış, gözleri sabit, belli ki bilmediğimiz âlemlere dalmış, yarım mızrak boyu yükselmiş güneşe bakıyordu.
Yaz günü Yugoslavya’da, ikindi vakti bir dinlenme tesisinde durduk. Kuş sesleri, incir, zeytin, elma ağaçları, yemyeşil bir bahçe, ortasında büyük bir havuz, fıskiyeden akan su, çimlerin üzerine oturup yanaklarım avuç içimde, etrafı seyre daldım. Etrafta 10 mark’a, hasır sepetlerin içinde üzüm, şeftali, elma satan küçük Çingene kız çocukları... Yol yorgunluğu nedir bilmiyordum o zamanlar, çünkü yorulmazdı hiçbir zaman çocuklar.
Dilara abla simsiyah saçları, masmavi gözleriyle, üzerinde beyaz bir elbise, havuzun başındaki taşa usulca ilişiverdi. Masum bakışları ile suyu seyre daldı, su onu... Yüzünde bir tebessüm, omuzlarında hüzün... Hasır sepetler içinde meyve satan altı yedi yaşındaki sarı saçlı bir kız usulca yanına oturdu Dilara ablanın. Kız da onu seyre daldı. Anlamsız bir dünyada, hiçbir şey anlamaya çalışmadan uzun uzun baktı Dilara ablaya. Belli ki diğerlerinden farklıydı, masallarda anlatılan peri kızı olmasındı sakın. Birbirlerine baktılar ve gülümsediler. Birisi henüz mümeyyiz olmamış sarı saçlı, mavi gözlü bir Çingene kızı, diğeri mümeyyiz sıfatını kaybetmiş delikanlı kız çocuğu. Temyiz vasfını haiz olmayan, tertemiz iki güzellik.
Onların sessizliğine rüzgârın ve kuşların sesi eşlik ediyordu. Kız elinde üzüm, incir, elma bulunan küçük hasır sepeti uzattı, Dilara abla kızın yanağını okşayıp elinden aldı. Belli ki ona şefkatini, sevgisini göstermek için, kendinden bir şeyler vermek istiyordu küçük kız. Sonra elini sallayarak geri geri uzaklaştı yanından.
Ben ise ellerimi bırakmış, bakışlarımı keskinleştirmiş, cennetten bir film sahnesini izler gibi masumiyetin, saflığın, merhametin fragmanını izliyordum.
Bütün büyü, Ahmet amcanın, kızı, elinde 10 mark’ı sallayıp çağırmasıyla bozuldu. Kız, hayır istemem anlamına gelen el işaretleri yaparak, hızla annesinin yanına koştu, uzaklaştı. Ahmet amca beni çağırdı; “Oğlum al götür ver şunu, o kıza” dedi.
Parayı alıp döndüğümde anne ve kızı çoktan kayıplara karışmıştı...
İkindinin tatlı serinliği, yerini akşamın soğuğuna bırakıyordu. Babam “Yola çıkalım artık.” dedi. Ben az önce izlediğim sahnenin etkisinde, olay mahalline tekrar gittim, o taşın üzerine iliştim, suyu seyre daldım, sonra başımı göğe kaldırdım, batmasına bir mızrak boyu kalmış güneşe baktım.
Yıllar sonra, bu ânı hatırladıkça, incire, zeytine ve Tûr’a neden yemin edildiğini bir daha anladım…
(Bugün Demir Mehmet kardeşimi misafir ettik. Kalemine sağlık.)
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.