Lidiro’nun köpeği

04:005/06/2019, Çarşamba
G: 18/06/2019, Salı
Mehmet Acet

Bu aralar okuduğum kitaplar arasında beni en fazla mutlu edeni, tarihçi Ali Gümrah hocanın bizim toprakları anlattığı ‘Taşkent (Pillonda) Tarihi ve Pillondalılar’ isimli kitabı oldu.Heyecan duyarak, altını çize çize okuyorum.Çocukluğumun geçtiği sokakların, ayakkabılarımın eskilerinin kaldığı dağların, bağların hikayelerini…Ali Hoca, çocukluğumda yaşayıp da “Acaba buralarda nasıl bir hayat vardı, insanlar ne yaparlar, neler düşünürler, nelerle uğraşırlardı” diye meraklandığım sorulara Osmanlı belgeleri


Bu aralar okuduğum kitaplar arasında beni en fazla mutlu edeni, tarihçi Ali Gümrah hocanın bizim toprakları anlattığı ‘Taşkent (Pillonda) Tarihi ve Pillondalılar’ isimli kitabı oldu.

Heyecan duyarak, altını çize çize okuyorum.

Çocukluğumun geçtiği sokakların, ayakkabılarımın eskilerinin kaldığı dağların, bağların hikayelerini…

Ali Hoca, çocukluğumda yaşayıp da “Acaba buralarda nasıl bir hayat vardı, insanlar ne yaparlar, neler düşünürler, nelerle uğraşırlardı” diye meraklandığım sorulara Osmanlı belgeleri üzerinden çalışmış, 200 yıl, 300 yıl öncesini canlandırarak cevaplar sunmuş kitabında.

Üstelik, daha fazlasına, daha eskiye, kuruluş dönemlerine kadar gidebiliyoruz.

Çocukken isimlerini ezbere bildiğimiz ama neden öyle dendiğini merak etmediğimiz mekanların hikayeleri mesela.

Bizim köyde adına Tur Hasan dediğimiz bağlık bölgeyi iyi bilirdik ama ismi nereden gelmiş onun pek arkasını aramazdık.

Meğer Tur Hasan, Türklerin Anadolu’daki fetihlerinde ciddi başarılar elde eden büyük bir Selçuklu komutanı imiş.

Bozkır, Aladağ, eski adıyla Pillonda şimdiki adıyla Taşkent, yani bizim topraklar onun tarafından fethedilmiş.

Bizim oraya aşağı yukarı 300 kilometre uzakta, Aksaray’daki Hasan Dağı’na adını verenin de aynı kişi olduğunu düşündüğümüzde Tur Hasan’ın, Orta/Güney Anadolu’da efsaneleşen, halk tarafından sevilen, saygı duyulan namı yürümüş, bu nedenle de, Anadolu Türklerinin ‘Buldukları yere’ ismini verdikleri birisi olduğu ortaya çıkıyor.

YOKLUK VE AÇLIK YILLARININ KALAN HATIRALARI

Nesilden nesile aktarılan şifahi kültür hala güçlüdür bizim oralarda. Bayram ziyaretleri sırasında imkan oldukça köyün yaşlılarıyla sohbet edip, gözleriyle gördükleri eski günleri ve kulaklarıyla dinledikleri daha eski dönemlere ait hatıraları anlattırıyorum.

Rahmetli babama Taşkent’ten Konya’ya giderken Goçaş isimli köyün yanından her geçişimizde aynı hikayeyi bildiğim halde tekrar tekrar anlattırırdım.

Benim dedemin babası, yani babamın ismini taşıdığı kendi dedesi bu köyde 4 sene imamlık yapmış.

Buğday karşılığı, yani karın tokluğuna…

Yokluk, hatta açlık zamanları…

1930’lar, ama özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı dönemler demeliyim.

Babaannem dört-beş çocuğunu çocuk yaşta iken kaybetmiş.

Yetersiz beslenme, gıdasızlık, bakımsızlık, çaresizlik…

Artık ne derseniz deyin.

Son çocuğunu kaybettiğinde o kadar dayanılmaz acılar yaşamış ki babaannem, taze mezarı tırnaklarıyla eşelerken köylüler tarafından alınıp evine götürülmüş.

Yokluk, kıtlık yılları dedik.

Bu bayramda sohbet ettiğim 90 yaşına merdiven dayamış yaşlılarımızdan Mehmet Ali ve Hayri ‘Emmiler’ anlatıyor:

Eskiden sonbahar geldi mi bizim oralardan kuru üzüm, kuru armut, kuru elmaları yüklenenler (Elma hakı, armut hakı diyorlar bizim oralarda)

Konya’nın yolunu tutarlarmış.

Karşılığında yine buğday almak için.

Eskilerin anlattıkları ortak bir hikayeden söz edeyim.

Sözünü ettiğim yıllarda Muğla’nın Fethiye ilçesinde bir maden ocağı varmış.

Taşkent’ten yürüyerek yola çıkıyorsun, günlerce yürüyorsun, bugün akıllı telefonumun verdiği bilgiye göre 475 kilometre yürüdükten sonra buraya ulaşıyorsun.

Ramazan’dan çıktık, şöyle düşünelim.

İftar saatine kadar aç kalabildik ama o saat geldiğinde ya da o saatin geleceğini bildiğimizde bu bizim sabır anımızın son raddelerine denk geliyor.

Peki, açlık çekip de kendisinin, ailesinin, çocuklarının karnının ne zaman nasıl doyacağını bilmeyen, ölçemeyen insanlar ne yapıyordu acaba?

Dağlar aşarak 475 kilometre yürümeyi göze almanın mantık çerçevesini ancak böyle bir akıl yürütme ile çizebiliriz.

Bizim memleketten bir sürü insanın çalışmaya gittiği Fethiye’deki maden ocaklarından birinin sahibi bir İtalyan firması imiş.

İtalyalı patron ‘Lidiro’nun bir köpeği varmış.

Lidiro, ocakta çalışanları küçük ücretler ve protein değeri düşük yemeklerle geçindirirken yanında bulundurduğu köpeği kendi yedikleriyle beslermiş.

Bize şöyle anlatıldı:

Orada çalışan bizim köylülerden biri bu duruma o kadar alınmış, o kadar gücenmiş ki, “Keşke Lidiro’nun köpeği olsaydım” diye kendi kendine yazıklanırmış.

Açlık yılları, kıtlık yılları, ufaktan toparlanma yılları…

Gele gele bolluk yıllarına geldik.

Ne kadar şükretsek az değil mi?

Herkese güzelliklerle dolu bir bayram diliyorum.

#Taşkent (Pillonda) Tarihi ve Pillondalılar
#Taşkent
#Ali Gümrah
#Kitap