İmam Gazzâlî’nin (ö. 505/1111), muhalled eseri İhyâ’nın birinci cildinde yer alan “Tilâvetin Bâtınî Amelleri Üzerine” isimli bölümdeki 9. maddeyi özetle şöyle aktarabiliriz: 9. Yükselmek (Terakkî): Kalp, belirli bir manevî olgunluğa erişince, artık Kur’an’ı kendisinden değil, doğrudan Rabbinden dinliyormuş gibi manen yükselir. Kıraatten asıl maksat da böyle bir manevî olgunluğa ulaşabilmektir. Kıraatin üç derecesi vardır: 1. Kişi, kendisinin Kur’an’ı Allah Teâlâ’ya okuduğunu hisseder. Sanki O’nun
İmam Gazzâlî’nin (ö. 505/1111), muhalled eseri İhyâ’nın birinci cildinde yer alan “Tilâvetin Bâtınî Amelleri Üzerine” isimli bölümdeki 9. maddeyi özetle şöyle aktarabiliriz:
9. Yükselmek (Terakkî):
Kalp, belirli bir manevî olgunluğa erişince, artık Kur’an’ı kendisinden değil, doğrudan Rabbinden dinliyormuş gibi manen yükselir. Kıraatten asıl maksat da böyle bir manevî olgunluğa ulaşabilmektir.
Kıraatin üç derecesi vardır: 1. Kişi, kendisinin Kur’an’ı Allah Teâlâ’ya okuduğunu hisseder. Sanki O’nun huzurundaymış ve O, kendisini görüp işitiyormuş gibi hisseder. Böyle bir kişi, talep etme, yalvarma, tazarru etme ve niyazda bulunma halindedir. 2. Kalbin, Cenâb-ı Hakk’ın lütfu keremiyle kendisine ihsanda bulunarak hitap edip seslendiğini hisseder. Böyle bir kişi, hayâ, tazim, pür dikkat dinleme ve anlama halindedir. 3. Kalbin; kelâmda Mütekellim’i (Konuşan’ı), kelimelerde sıfatları görmesidir. Böyle bir kişi, asla kendisini, okuyuşunu ve hatta kendisine nasıl bir lütufta bulunulduğunu göremez ve fark edemez. Yalnızca Mütekellim’e odaklanır, zihni ve kalbi sadece O’nunla ilgilenir. Sanki Mütekellim’i müşâhede etmede kendini kaybetmiştir. İstiğrak halindedir. Sonuncusu Allah’a yakın olanların (mukarrebîn), ilk ikisi, sağ taraftakilerin (ashâb-ı yemîn), bunların dışındaki de gaflet ehlinin kıraatidir.
Bahsettiğimiz en üst dereceye işaretle Cafer-i Sadık (ö. 148/765) şöyle demiştir: “Cenâb-ı Hak, kulları için kelâmında tecelli etmiştir. Lâkin göremiyorlar.” Bir keresinde de kendisi namaz esnasında bir hal yaşamış ve bayılıp düşmüştü. Kendisine sebebi sorulduğunda, şöyle demişti: Âyeti, kalbime defalarca okudum. Sonunda, onu doğrudan Mütekellim’den işitmeye başladım. Bedenim, O’nun kudretini görmeye dayanamadı. Âriflerden biri de şöyle demiştir: “Bir zamanlar Kur’an okurdum, ancak zevk alamazdım. Vaktâ ki, onu Resûlullah (sav) ashâbına okuyormuş da ben de onu dinliyormuşum gibi okumaya başladım, işte o zaman zevk almaya başladım. Daha sonra bir üst mertebeye yükseldim ve sanki Kur’an’ı, Cebrail Resûlullah’a (sav) okuyormuş da, ben de onu dinliyormuşum gibi okumaya başladım. Nihayet bunun üstünde bir mertebeye yükseldim ve Kur’an’ı doğrudan Mütekellim’den işitmeye başladım. İşte o zaman asla bırakmak istemediğim bir manevî lezzet aldım.”
Kur’an tilâveti esnasında Mütekellim’i müşâhede eden kalp, şu âyetleri tatbik etmiş gibidir: “Alah’a kaçın!” (Zâriyat 51/50), “Allah’tan başka bir tanrı edinmeyin!” (Zâriyat 51/51). O’nu her şeyde göremeyen, başka şeyleri görür. Allah’ın dışında herhangi bir şeye yönelen kişi, bir şekilde gizli şirke bulaşmış demektir. Zira saf tevhid, her şeyde Allah’ı görmektir. (İhyâ, I/402-3).
Gazzâlî’den özetle aktardığımız bu ifadeleri şöyle şerh edebiliriz:
Kur’an’ı anlama mevzuunda, Gazzâlî gibi ehl-i irfânın meseleyi her zaman daha derûnî, varoluşsal ve küllî bir perspektiften ele almaya çalıştığı görülmektedir. Âriflere göre din duygusunun temelinde aşk vardır. Onlara göre Kur’an, Yüce Sevgili’nin kitabıdır. Sevgili, o kitapta kendini tanıtmış, cemâlini ve celâlini o kitapta anlatmıştır. Şu halde Kur’an-ı Kerim, hem Yüce Sevgili’nin tecelligâhı, hem de O’nu tanımamıza vesile olan bir yazılı metindir. Nitekim “De ki: O yalnızca iman edenler için hidâyet ve şifâ kaynağıdır.” (Fussilet 41/44) âyetinin yorumunda Rûzbihân-ı Baklî (ö. 606/1209) şöyle der: “Kur’an-ı Kerim, âriflerin kalplerini, asıl kaynağına -ki o da Allah Teâlâ’nın zât-ı kadîmidir- yönlendiren bir rehberdir. O, âşıkların kalpleri ve muhabbet sevdalıları ile aşk hastalarının ruhları için şifâ kaynağıdır. Zira Kur’an-ı Kerim, Sevgili’lerinin sözü ve arzuladıkları Zât’ın kitabıdır. Kur’an-ı Kerim’in ibâreleri aracılığıyla O’nu dinlemenin zevkini yaşar ve işâretleri aracılığıyla da O’nu bilirler.” (Mahmut Ay, Kur’an’ın Tasavvufî Yorumu, s. 164-5). Rûzbihân’ın bu ifadeleri, sûfî hermenötiğin aslında bir “manevî haz (zevk) hermenötiği” olduğunu göstermektedir. Zira onlara göre aslolan, Kur’an’ı, sevgilisinden gelen mektubu okuyan bir âşık gibi okuyabilmek, o mektupta sevgiliyi hissedebilmek ve bu okuyuştan manevî haz alabilmektir. Bu yaklaşım da Sontag’ın “Edebiyat yapıtına yaklaşımda önemli olan, yorumlama ve o metni doğru anlama değil, [metni okurken] duyulan hazdır” (Metin Toprak, Hermeneutik ve Edebiyat, s. 17.) değerlendirmesini hatırlatmaktadır.
Âriflere göre, Kur’an’ı okuma ve yorumlama, sadece Kur’an metniyle alâkalı zihinsel bir süreci değil, aynı zamanda ârifin müşâhede ettiği, tattığı manevî bir varoluşsal süreci ifade eder. Bu manevî tecrübe esnasında kendi varlığı dâhil her şeyden geçen ârif, aradaki bütün vasıtaları kaldırarak Kur’an’ı bizzat Mütekellim’den dinler. Meselâ İbn Acîbe’ye (ö. 1224/1809) göre insanın, Kur’an-ı Kerim’i, arada hiçbir vâsıta olmaksızın doğrudan onu indirenden dinleyebilmesi mümkündür. Ancak bu doğrudan dinleme, vâsıtaları aradan kaldırarak sadece Allah Teâlâ’nın müşâhedesinde fânî olmakla mümkündür. Böyle bir insan, kırâat ânında kendi varlığından bile fânî olur. (Mahmut Ay, age., s. 180).
Âriflerin en büyük maksadı, kesretteki ağyarı aradan kaldırıp vahdetteki Yâr’ın ehadiyyetini bütün yalınlığıyla temâşâ edebilmektir. O’nun dışındaki her şey, bizi O’nu temâşâya götüren bir araçtır ancak. Kur’an da böyledir. Nihayetinde o da bir araçtır. Araçtan istifade etmek, amaca ulaşmakla mümkün olacağı için, Kur’an bizi Cenâb-ı Hakk’a götürdüğü, O’nunla buluşturduğu zaman asıl görevini yerine getirmiş olacaktır. Mesele kelâma değil, Mütekellim’e odaklanmak, O’nu anlamak, O’na ulaşmaktır. Kelâm aracılığıyla, Mütekellim ile varoluşsal bir bağ kurabilmek, manevî bir “bütün”leşme ve “bir”leşme tecrübesi yaşayabilmektir. İşaret edilen manasıyla Kur’an’ı anlamak, bir metni zihinsel süreçlerle anlamaktan ziyade, bir sanat eserini estetik açıdan temâşâ etmeye benzer. Süleymaniye’nin her taşında ve her nakşında estetik bir heyecanla Mimar Sinan’ı görmeye; İstiklâl Marşı’nın her kelimesinde kahramanlık coşkusuyla Âkif’i duymaya benzer. Onun hayranlığı artık Süleymaniye’ye değil Mimar Sinan’adır; İstiklâl Marşı’na değil Âkif’edir. Hâsılı, Kur’an’ın muhatabı olmakla şerefyâb olan insan, onu okumaktan nihâî maksadın, onda Konuşan’ı okumak, dinlemek, anlamak, sevmek ve O’nunla manen “bütün”leşip “bir”leşmek olduğunun bilincinde olmalı ve bu gayeyi, her zaman kalbinde yanık bir sevda olarak yaşatmalıdır.
Mahlûkâtta Hâlik’i, Kelâm’da Mütekellim’i temâşâ edebilmenin sevdasıyla yanan bir kalbe mazhar olabilmek niyazıyla…