İmam Gazzâlî’nin (ö. 505/1111), muhalled eseri İhyâ’nın birinci cildinde yer alan “Tilâvetin Bâtınî Amelleri Üzerine” isimli bölümdeki son madde olan onuncu maddeyi özetle şöyle aktarabiliriz: 10. Kişinin Kendisinde Manevî Bir Üstünlük Görmemesi (Teberrî): Kur’an’a muhatap olan insan, kendisinde bir kudret, kabiliyet, meziyet ve manevî bir mertebe yüksekliği görmemelidir. Kendisini asla tezkiye etmemeli, hatalardan uzak bir kul olarak görmemelidir. Dolayısıyla salihlere vaat edilen müjdelerden bahseden
İmam Gazzâlî’nin (ö. 505/1111), muhalled eseri İhyâ’nın birinci cildinde yer alan “Tilâvetin Bâtınî Amelleri Üzerine” isimli bölümdeki son madde olan onuncu maddeyi özetle şöyle aktarabiliriz:
10. Kişinin Kendisinde Manevî Bir Üstünlük Görmemesi (Teberrî):
Kur’an’a muhatap olan insan, kendisinde bir kudret, kabiliyet, meziyet ve manevî bir mertebe yüksekliği görmemelidir. Kendisini asla tezkiye etmemeli, hatalardan uzak bir kul olarak görmemelidir. Dolayısıyla salihlere vaat edilen müjdelerden bahseden bir âyeti okuduğunda, kendisini onlardan biri gibi görmemelidir. Bilakis bu âyetin, yakin ve sıdk sahibi insanlarla alâkalı olduğunu düşünüp kendisinin de onlara ilhak edilmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz etmelidir.
Öte yandan, günahkâr kullara yönelik azap ve tehdit içeren âyetleri okuduğunda ise, kendisini bu âyetlerin muhatabı olarak görmelidir. Bu sebepledir ki, Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: “Allahım! Zulüm ve inkârım/nankörlüğüm sebebiyle Sen’den af dilerim.” Ona: “Zulmü anladık da inkârın/ nankörlüğün nedir anlayamadık?” diye sorulunca, şu âyet-i kerimeyi okumuştur: “Muhakkak ki insan çok zalim ve pek inkârcı/nankördür.” (İbrahim 14/34).
İnsan, kırâat esnasında, kendisini ne kadar kusurlu ve günahkâr görürse, bu kırâati onu Mevlâ’sına o kadar yakınlaştırır. Zira O’na yakın olduğu halde kendisini uzak gören kimseye Cenâb-ı Hak, manevî etkisi öyle yüksek bir korku verir ki, bu korku o kişiyi O’na daha yakınlaştırır. Bunun aksine, O’na uzak olduğu halde kendisini yakın gören kimseye Cenâb-ı Hak, öyle bir güven hissi verir ki, bu his o kişiyi O’ndan daha da uzaklaştırır. Hâsılı, insan kendisini Allah’ın razı olduğu bir kul olarak görürse, kendisini Rabbinden perdelemiş olur. Ancak kendisinde bir meziyet görmez ve bunun da ötesinde Allah Teâlâ’dan başka bir şey görmezse, işte o zaman melekût âleminin sırları O’na açılır.
Gazzâlî’den özetle aktardığımız bu ifadeleri şöyle şerh edebiliriz:
Gazzâlî’nin, “Tilâvetin Bâtınî Amelleri Üzerine” başlığı altında son madde olarak “Kişinin Kendisinde Manevî Bir Üstünlük Görmemesi”ni zikretmesi, gayet anlamlıdır. O, bununla şunu demek istemiştir: Kur’an’a samimi bir muhabbetle ve arınmış bir kalple yönelen insan, bahsi geçen dokuz aşamayı geçip sonunda bir önceki yazımızda sözü edilen “kelâmı doğrudan Mütekellim’den işitme” kıvamında bir manevî yükselmeye nâil olunca, bu tecrübede asla kendinden bir hisse görmemelidir. Bunu kendi gayretiyle elde edilmiş bir makam, bir tecrübe olarak değil, tamamen Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu olarak görmeli, asla kendisini manen yükseklerde görme aldanışına düçâr olmamalıdır. Kibrin her türlüsü kötüdür; lâkin en kötüsü, en çirkini manevî kibirdir. Bir başka ifadeyle mistik narsizmdir. Bazen kişi, gerçekten bir takım manevî lütuflara mazhar olup ruhunun derinliklerinde bir takım tecrübeler yaşayabilir. Ancak bu da bir imtihandır. Mana yolcusu, asla “Artık şimdi piştim, erdim, oldum.” gibi bir zehaba kapılmamalıdır. Bilakis yaşadığı her tecrübenin, tattığı her nimetin O’ndan geldiğini bilmeli, kendinde bir kıymet görmemelidir. Yalnızca bu hali kendisine yaşatan Mevlâ’sına bolca şükretmelidir ki, bu ilâhî lütuf devam etsin. Zira Hz. Mevlânâ’nın (ö. 672/1273) ifade buyurduğu gibi “Şükür, nimetleri avlayıp bağlamaktır.” (Fîhi Mâ Fîh, s. 164).
Sahâbîlerden bazıları Bedir Savaşı’nda kahramanlıkları dolayısıyla gurura kapılmışlardı. Bunun üzerine “Attığın zaman sen atmadın. Fakat Allah attı.” (Enfâl 8/17) meâlindeki âyet nâzil olmuştur. Elmalılı’nın (1878-1942) ifadeleriyle arz edelim: “Ashâb içinde ‘Şöyle kestim, şöyle esir ettim’ diye tefahhur edenler (böbürlenenler) olmuştu, bu âyet bunun üzerine nâzil oldu. Yani siz iftihar ediyorsanız şunu iyi bilmelisiniz ki, onları kendi kuvvetinizle siz değil, Allah öldürdü.” (Hak Dini, IV/2380).
Ârifler, “Kişi ne kadar yüksek manevî tecrübe yaşarsa yaşasın, asla kendinde manevî bir yükseklik görmemelidir.” şeklinde salık verirler. Meselâ Nevevî (ö. 676/1277), az bilinen bir tasavvuf kitabı olan Bustânu’l-Ârifîn’de Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin (ö. 283/896) şöyle dediğini nakleder: “Kendi adına (manevî) bir iddiada bulunmak kadar, kul ile Allah arasında büyük bir perde yoktur. Kendini küçük ve aciz görmek kadar da, Allah’a yakınlaştıran bir şey yoktur.” (Nevevî, Bustânu’l-Ârifîn, s. 158).
Ahmed er-Rifâî Hazretleri de (ö. 578/1182) bir sohbetinde çok çarpıcı ifadelerle şöyle demiştir: “Efendiler! Ben, şeyh değilim, bu topluluğun en önde giden rehberi de (mukaddem) değilim. Ne vâizim, ne muallimim. Şayet aklıma, ‘Ben, Allah’ın herhangi bir kulunun şeyhiyim’ diye bir düşünce gelirse, Firavun ve Hâmân ile haşr olayım!” (el-Burhânu’l-Müeyyed, s. 109).
Şâzelî yolunun pîr-i sânîsi kabul edilen İbn Atâullah (ö. 709/1309), Hikem-i Atâiyye’sinde bu konuda şu hikmetlere yer vermiştir: “Kendisinin mütevâzı olduğunu düşünen kişi, kibirlinin ta kendisidir.”, “Hakiki tevâzu, Cenâb-ı Hakk’ın azametini ve sıfatlarının tecellisini müşahededen kaynaklanan tevâzudur.”, “Alçak gönüllülük ve acziyet hissi doğuran günah, yükseklik ve kibir doğuran ibadetten yeğdir.” (Tercümeler tarafımızdan yapılmıştır.)
Hâsılı, Kur’an’a muhatap olan insan, aciz bir kul olarak Kâdir-i Mutlak olan Mevlâ’sının kelâm sıfatının tecellisiyle karşı karşıya olduğunu bilmeli, pür acziyet ve tam bir tevâzu ve edeple O’nun kelâmını okuyup anlamaya çalışmalıdır. Kendisini, yalnızca salih müminlere hitap eden âyetlerin muhatabı gibi görmemeli; günahkârlara hitap eden âyetlerden ders almaya çalışmalıdır. Bu okuyuş esnasında manevî bir tecrübe yaşadığında da, bunu asla kendi gayretinin semeresi olarak görmemeli, O’ndan gelen ilâhî bir lütuf olarak görmelidir. Kur’an’ı okurken, kendisini sanki tabip karşısındaki dertli hasta gibi hissetmelidir ki, Kur’an’dan kalbi şifa bulsun, gönlüne feyiz ve bereket aksın. Zira Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi “Nerede bir dert varsa, devâ oraya gider; neresi alçaksa, su oraya akar.” (Mesnevî, II/300).
Kur’an’ı, pür tevâzu ve kemâl-i edeple, ondan şifa bulmaya talip olan dertli bir kalp ile okuyabilmek niyazıyla…