“İ’tikâf” kelimesi, kök anlamı itibariyle, “kişinin kendisini herhangi bir yerde, bir maksada binâen bekletmesi” anlamına gelir. Terimsel anlamı ise, “Bir Müslümanın, dünyevî meşgalelerden uzaklaşıp Rabbi ile baş başa kalmak amacıyla bir camide belirli bir süre halvete girmesidir.” İlginçtir ki, itikâftan bahseden kadim ya da çağdaş eserlerde, bu ibadetin, aslında bir “halvet” olduğundan bahsedilmez pek. Hâlbuki, itikâf ibadeti, özel bir halvet çeşididir. Halvet ve uzlet; bazı farklılıklarla, hemen
“İ’tikâf” kelimesi, kök anlamı itibariyle, “kişinin kendisini herhangi bir yerde, bir maksada binâen bekletmesi” anlamına gelir. Terimsel anlamı ise, “Bir Müslümanın, dünyevî meşgalelerden uzaklaşıp Rabbi ile baş başa kalmak amacıyla bir camide belirli bir süre halvete girmesidir.”
İlginçtir ki, itikâftan bahseden kadim ya da çağdaş eserlerde, bu ibadetin, aslında bir “halvet” olduğundan bahsedilmez pek. Hâlbuki, itikâf ibadeti, özel bir halvet çeşididir. Halvet ve uzlet; bazı farklılıklarla, hemen her dinde görülen evrensel bir ibadet tarzıdır. Nitekim İslâm öncesindeki Araplar da, halvet ve uzleti uyguluyorlar ve buna “tahannüs” diyorlardı. Kaynaklardan anlaşıldığına göre; kendilerine “hanîf” denilen ve Hz. İbrahim’den tevârüs edilen tevhid inancını korumaya çalışan kişiler, çeşitli mağaralarda, dağlarda ya da evlerinin bir köşesinde uzlete çekiliyorlardı. Hikmetli Kitab’daki “İbrahim ve İsmail’e ‘Evimi, tavaf edenler, orada itikâfa girenler, rükü ve secde edenler için tertemiz tutun’ buyurduk.” (Bakara 2/125) meâlindeki âyetten anlaşıldığına göre, en azından Hz. İbrahim devrinden beri bilinen bir ibadettir itikâf.
Hanif geleneğin temsilcisi olan Efendimiz (sav), Mekke’de vahiyle müşerref olana kadar Hira Mağarası’nda defalarca Mevlâ’sı ile baş başa kalmak için dünyasından uzaklaşıp uzlete çekilmişlerdi. Medine’yi teşrif ettikten sonra da, artık bir manevî rehber, bir toplum lideri, bir devlet başkanı ve bir komutan olmanın verdiği sorumlulukla, şehrin dışında ıssız bir yerde değil, şehrin tam göbeğinde, bir mabed olmanın yanı sıra o dönemin her türlü meselelerinin görüşüldüğü bir merkez olan Mescid-i Nebî’de yapmaya devam etmişlerdi bu ibadeti.
Şimdi gelin, asr-ı saâdetin kutlu günlerini hayal edelim. Yıllardan, hicri 2. yıl sonrası bir yıl; aylardan ise, ramazan olsun. Mescid-i Nebî’ye kuzey kapısından girelim. Ashâb-ı suffenin yaşadığı üstü kapalı bölümden geçip, üstü açık kumluğa doğru ilerleyelim. Önümüzde, kıble cihetine paralel dokuzar adet hurma kütüğünün üç sıra halinde dizilip ahşap sütunlar üzerine oturtulduğu, üstü yanlamasına hurma dalı ve yaprakları, izhir ve semer otlarıyla örtülerek toprakla kapatılmış sade bir çatılı yapı çıkacak. Bu yapının sol tarafında Âlemlerin Efendisi’nin (sav) her biri birer odacıktan oluşan, hanımlarına tahsis edilmiş hücreler var. Mescid’deki yirmi yedi sütundan, Efendimiz (sav)’in hücre-i saâdetlerinin yakınında olan ve Tevbe Sütunu diye bilinen hurma kütüğünün yanında keçeden yapılmış küçük bir Türk çadırı…İçinde basit bir yaygı…Çadırın kapısı olarak kullanılan basit bir hasır…İşte bu mütevazı çadırın içinde Fahr-i Kâinât Efendimiz (sav)…Dünyasına uzak; ama Mevlâ’sına yakın…Yalnız hani “Dünya nedir?” sorusuna, “Allah’tan gafil olmaktır” demişti ya Hz. Mevlânâ…Öyle bir uzaklık. Yoksa ne sahâbîlerini unutmuş, ne de hanımlarını…Ne toplumsal sorumluluğunu göz ardı etmiş, ne de ailevî sorumluluğunu…
İlk başlarda, ramazanın ilk on gününde girerlermiş itikâfa. Sonraları ortasındaki on günde girmeye başlamışlar. Ramazanın yirmi birinde hücre-i saâdetlerine avdet ederlermiş. Kendileriyle birlikte itikâfta olan ashâb da evlerine çekilirlermiş. Lâkin bir ramazanda, yirmi birinci gün geldiği hâlde, mescitte kalmaya devam etmişler. İçinde itikâfa girdiği keçeden mamul çadırdan mübarek başlarını çıkararak şöyle buyurmuşlar: “İtikâfa, ramazanın ilk on gününde girmemin sebebi, Kadir gecesine denk gelmekti. Sonrasında, ayın ortasında denk gelmeye çalıştım Kadir gecesine. Nihayet bana, bu gecenin, ramazanın son gününde olduğu bildirildi. Şu hâlde, itikâfa devam etmek isteyen, devam etsin.” Demek ki, itikâfa ramazanda girmelerinin en önemli sebebi, Kadir gecesini itikâfta iken ihya etmekmiş.
O seneki ramazandan itibaren Efendimiz (sav), itikâfa ramazanın son on gününde girmişler. Ancak âlem-i cemâle irtihal ettikleri sene, yirmi gün itikâfa girmişler. Belki de Rabbi ile gireceği “ebedî halvet”in yaklaştığını hissettiğinden dolayı, o “ebedî halvet”e hazırlık olarak yirmi güne çıkarmışlardı itikâf süresini.
Yine bir ramazanın son on günü girmek üzereydi. İtikâfa hazırlanıyorlardı. Tevbe Sütünu’na yakın yerde üç çadır gördüler. “Bunlar kimin çadırları?” diye sorduklarında, bunların Aişe (ra), Hafsa (ra) ve Zeynep (ra) annelerimize ait olduğunu öğrendiler. Bunun üzerine “Bu yaptıklarını takva mı zannediyorlar?” buyurarak, o sene ramazanda itikâf yapmadılar. Ramazan bittikten sonra şevvalin son on gününde itikâfa girdiler. Burada ezvâc-ı tâhirâtın, birbirleriyle rekabet eder gibi ve kendisinden izinsiz bir şekilde itikâf çadırı kurmalarından rahatsız oldukları anlaşılmaktadır. Yoksa hanımların camide itikâf yapmalarının yasak olduğu anlaşılmamalıdır. Nitekim Aişe Annemiz (ra)’in bildirdiğine göre, Efendimiz (sav)’in irtihallerinden sonra, ezvâc-ı tâhirât annelerimiz, Mescid-i Nebî’de kendi çadırlarında itikâf yapmışlardır.
Efendimiz (sav); itikâf yapanlar olduğu zaman camiye girip çıkanların, onların halvet halindeyken sessiz bir ortama ihtiyaç duyacaklarını dikkate alıp hassas olmalarını, Kur’an okurken dahi seslerini yükseltmemelerini isterlerdi.
Efendimiz (sav), itikâfa sabah namazını edâ ettikten sonra başlarlardı. İtikâf süresince, ramazandaki bu zaman diliminin feyz ve bereketinden istifade etmeleri için hâne halkını da geceleri ibadet etmeleri için uyandırırlardı.
Efendimiz (sav), itikâf yaparken, -hücrelerine girmeden- gerektiğinde hanımlarıyla görüşürlerdi. Meselâ; itikâftayken Safiyye Annemiz (ra), kendilerini ziyaret gelmişti. Bir süre sohbet etmişlerdi. Safiyye Annemiz (ra), hücresine dönerken Efendimiz (sav), kendisine mescidin kapısına kadar eşlik etmişti.
Efendimiz (sav), ramazan orucu farz kılındıktan sonra, yukarıda anlattığımız istisna dışında, itikâf ibadetini ramazanda hiç terk etmemişti. O istisna da, hanımlarının yanlışına dikkat çekip, onlar üzerinden ashâbına ve onlar aracılığıyla da ümmetine ders vermeye matuftu. Nitekim o senenin ramazanında yapamadığı itikâfı, hemen şevval ayında bir nevi kaza etmişlerdi.
Ulemâmızın ekseriyetinin görüşüne göre, itikâf ibadeti, oruçlu olmak şartıyla ramazan ayının dışında da yapılabilir. “Süresi, en az bir gün olmalıdır.” diyenler olduğu gibi, belirli bir süre sınırı koymayanlar da vardır.
Dostlar! Efendimiz (sav)’in her yıl mutlaka yaptığı bu ibadeti, mümkünse her sene ramazan ayında imkânımıza göre bir kaç gün de olsa yapmaya çalışalım. Dünya telâşı bitmiyor, lâkin ömür bitiyor. Ve insan, isteyince her şeye vakit buluyor. O hâlde; gelin, imkânımız nispetinde, ramazanda Rabbimizle baş başa kalıp “halvet olma”nın manevî zevkinden kendimizi mahrum bırakmayalım.
Ey insanlık güzeli! Ey rahmet elçisi! Ey benim cânım Efendim! Salât sana, selâm sana, bu canlarımız hep feda sana!
Dünyada sünnetinden, ahirette şefaatinden mahrum olmamak niyazıyla…