Geçtiğimiz haftalarda, Türkiye’de Din ve Diyanet Algısı hakkında yapılan bir saha araştırması üzerine iki yazı yazdım. Her ne kadar ülkemizde dindarlık oranı, %70 gibi göreceli olarak hâlâ yüksek olsa da, dünyanın genel gidişatına paralel bir şekilde, dindarlığın hem niceliksel hem de niteliksel olarak zayıflama eğiliminde olduğu görülmektedir. Bunun temel nedenlerini düşünmek ve bu soruna imkân ölçüsünde çözümler üretmek her duyarlı Müslümanın vazifesidir. S. Simon, A. Comte ve J. Frazer gibi pozitivistler;
Geçtiğimiz haftalarda, Türkiye’de Din ve Diyanet Algısı hakkında yapılan bir saha araştırması üzerine iki yazı yazdım. Her ne kadar ülkemizde dindarlık oranı, %70 gibi göreceli olarak hâlâ yüksek olsa da, dünyanın genel gidişatına paralel bir şekilde, dindarlığın hem niceliksel hem de niteliksel olarak zayıflama eğiliminde olduğu görülmektedir. Bunun temel nedenlerini düşünmek ve bu soruna imkân ölçüsünde çözümler üretmek her duyarlı Müslümanın vazifesidir.
Peki, inanma ihtiyacı insanın özünde yerleşik olduğu halde; ne oldu da, son otuz yılda belirgin bir şekilde dünyada dine ve kutsala karşı gittikçe derinleşen bir ilgisizlik baş gösterdi?
Felsefelerin, düşüncelerin ve ideolojilerin toplumlar üzerindeki etkisi genellikle sınırlı olur. Ancak insanın nefsine hoş gelen ve günlük hayatının bir parçası haline gelen şeyler, onu çepeçevre kuşatır. İstese de istemese de, o kuşatılmışlığın içinde yaşar hayatı. Ondan etkilenir, ona tepki verir. Teknolojik ürünler de böyledir. Teknolojinin kendini yenileme hızı arttıkça ve buna paralel olarak sürekli yeni ürünler ortaya çıktıkça, insanın teknolojik ürünlere ve dolayısıyla dünyaya olan ilgisi de artmaktadır. Dünyaya meyletmek ise, dinden ve kutsaldan uzaklaşmayı doğurmaktadır. Böylece son yıllarda, önceki yüzyıllar boyunca ateist ve pozitivist felsefecilerin yapamadığını, yepyeni bir şey çok kısa bir zamanda yapmıştır: Dijital teknoloji.
Son otuz yıl içerisinde, özellikle dijital teknoloji alanında inanılmaz bir hızla yeni ürünler ve içerikler icat edilmesine paralel olarak, insanoğlu sanal dünyanın cazibesine kapılıp hakikî olan her şeyden uzaklaşmaya başladı. Böylece en büyük hakikat olan Cenâb-ı Hak ile de, insanın aklı ve kalbi arasına gittikçe büyüyen engeller koydu sanal dünya. Yiyeceklerimizde organiklik kalmadığı gibi, düşüncelerimizde de otantiklik kalmadı. Gıdalarımız gibi, düşünme melekemizin de genetiğiyle oynandı. Aklı gitgide yapaylaşan, kalbi gitgide sanallaşan zavallı modern insanın, gerçeklikle ve hakikatle bağı zayıfladı; sanal âlemle uğraşmaktan, metafizik âlemle ilgilenmeye ne vakti ne takati kaldı.
Sipehsâlâr’ın anlattığına göre; Hz. Mevlânâ, aslında şiir yazmayı sevmezmiş. Ancak Konyalılar şiire meraklı oldukları için istemeyerek de olsa düşüncelerini şiirle anlatmak zorunda kaldığını söylermiş. Bunu da şöyle bir misalle anlatırmış: “İşkembe çorbasını seven bir misafiri için insan nasıl istemeye istemeye işkembe yıkayıp temizlerse, ben de Konyalılar şiiri sevdiği için istemeyerek de olsa şiiri kullanıyorum.”
Bu uğurdaki gayretlerin nasıl bir sonuç vereceğini kestirmek zor; ancak biraz karamsar olsam da, özünde “nefha-i ilâhiyye” taşıyan insana güveniyorum.