Sonuçta hepimiz Mâcır değil miyiz?

04:004/03/2018, Pazar
G: 4/03/2018, Pazar
Mahmud Erol Kılıç

Geçen hafta New York’ta Birleşmiş Miletler Merkezi’nde “Güvenli ve Düzenli Bir Muhaceret İçin Global Girişim” toplantısına gözlemci olarak katıldım. İki gün süren toplantıda konuşan ülkeleri ikiye ayırmak mümkündü. Kendinden göç edilen ülkeler ve göç alan ülkeler. Salt ekonomik jargonla zenginler ve fakirler diye ayırmak da mümkün. Fakat en önemli etmenlerden birisi olmakla beraber mesele bence sadece bununla sınırlı değil…Daha kapsayıcı bir tarifle; siyasi ve ekonomik açıdan muhkem bir yapısı olmayan

Geçen hafta New York’ta Birleşmiş Miletler Merkezi’nde “Güvenli ve Düzenli Bir Muhaceret İçin Global Girişim” toplantısına gözlemci olarak katıldım. İki gün süren toplantıda konuşan ülkeleri ikiye ayırmak mümkündü. Kendinden göç edilen ülkeler ve göç alan ülkeler. Salt ekonomik jargonla zenginler ve fakirler diye ayırmak da mümkün. Fakat en önemli etmenlerden birisi olmakla beraber mesele bence sadece bununla sınırlı değil…



Daha kapsayıcı bir tarifle; siyasi ve ekonomik açıdan muhkem bir yapısı olmayan devletlerle dini ve fikri açıdan huzurlu ve güvenli bir şekilde yaşanamayacak ülkeler kendisinden kaçış yapılanları temsil ederken bu özellikleri daha iyi durumda olanlar ise göçün yöneldiği ülkeleri temsil etmekte.

Talep çok açık: İnsanoğlu daha iyi hayat koşullarında yaşamak istiyor. İş imkanı olan, güvenlikli, gerek bireysel ve gerekse kamusal alanda fikrini ve dinini yaşamakta bir sıkıntı çekmediği yere doğru hicret adeta tabiatın kanunu. Su, mecrasına doğru akar. Kendisi de doğup büyüdüğü toprakları din ve fikir özgürlüğü kalmadığı için terk etmek zorunda kalmış bir peygamberin ümmeti olarak bizler göçmenlik, muhacirlik nedir iyi biliriz. Allah kimseyi yurdundan, yuvasından dûr eylemesin diye dualarımız var. Göçmen kuşlar üzerine, göçmen kızı üzerine yakılmış türkülerimiz var.

Tabii ki göçmenlik durumu dünya şartlarında arızi bir durum. Yani şartlara ve zamana bağlı olarak değişebilmekte. Mesela bir dönem göç veren ülkeler şartların değişmesi ile göç alan ülkeler konumuna gelebilmekteler. Mesela Malezya, Arjantin v.b. gibi ülkeler eskiye nazaran göç vermeyen ülkeler arasında yer alıyorlar artık. Hatta çevre ülkelerden kendilerine doğru göç var. Bu durum o ülkelerin siyasi, ekonomik ve fikri açıdan daha fazla ilerlediklerinin bir göstergesi aynı zamanda. Artık turist olarak gidiyorlar ve dönüyorlar.

Mamafih dünya genelinde son 50 yıldır bir şekilde göç veren ülkelerin üst sıralarında hep Müslüman ülkelerin bulunması bir hayli düşündürücü. Müslümanım diyenlerin, her ne sebeple olursa olsun kendinden neden insanların kaçtıklarının sebeplerini iyi analiz etmeleri lazım.

Tıpkı daha hastalık gelmeden sağlığı korumak esaslı geleneksel tıp anlayışı gibi bu konunun da ilk sebeplerini ortadan kaldırmak temeldir. Lakin olsaydı olurdu diyeceksiniz. Şimdi ortada hasta var. Ne yapmalı?

Toplantıda da dile getirildiği gibi göçmenlik probleminin pek çok boyutu var. “Mülteci” ile “Göçmen” ayrımı çok sık vurgulandı. “Göçmen”e daha sıcak bakışlar var. Lakin göç kabul eden ülkeler gizli veyahut aşikar bazı ilginç kriterlerle hareket ediyorlar ki bu yönleri çok fazla medyaya yansımıyor. Biraz ırkçılık, biraz Darwinizm kokuyor. IQ testinde yüksek çıkanları, beden sağlığında sağlam olanları, spor testlerinde asgari düzeyi tutturanları, genç olanları, fizyonomi (ilm-i sîmâ) bilgilerine göre fiziksel tenasübü olanları kabul etmek gibi sanki çiftliğe damızlık seçer gibi hareket ediyorlar. Hitler’in genetik olarak üstün ırk yaratmadaki doktoru Mengele hala hayatta galiba.. Mazlumun, mağdurun, çaresizin, yaşlının duasını almak diye bir kriterleri yok çünkü. Belki böyle düşünerek tenkit edenler olabilir ama Türkiye’nin en çok bu insani ve manevi kriteri yerine getiren ülke olduğunu söyleyebilirim.

Tabii ki alınan mültecilerin gittikleri ülkenin kültürel tarihini, mirasını zedelemeden kendi katkısını vermesi bekleniyor. Buna “asimilasyon” diyen de var “entegrasyon” diyen de. Fakat var olan dokuya tamamıyla ters ve zıt bir oluşum da ev sahibinin hakkına, tarihine, geleneğine tecavüz anlamı da taşır. Onu yıkmak yerine kendi katkısını sunarak zenginleştirmelidir. Sadece Batılıların değil bizim de böyle bir problemimiz olduğu gerçek. Düzgün politikalarla yaygın dağılım sağlanması yerine belirli yerlerde yoğunlaşmanın olması orada gettolaşmayı doğurmaktadır. Gettolardakiler ise var olana katkıda bulunmak yerine oradakileri de kendilerine benzetmeye başlarlar ki bu durum sıkıntı doğurur. Karşı reflekslerin oluşmasına zemin hazırlar. Vahdette kesret yani birlikte çokluk felsefesi ile hareket edilse bir uyum oluşur aslında.

Bugün dünyaya hakim olan ülkeler aslında aldıkları göçlerle bir sentez yakalamış çok uluslu ülkelerdir. Burada farklılıkları görerek büyüyen çocuklar daha anlayışlı ve daha vizyon sahibi olabilmektedirler. Irkçılık, mezhepçilik gibi hoşgörüsüzlük tezahürleri bunlardan sadır olmamaktadır. Gidilen o ülkelerde edebiyat, sanat ve bilim dünyasında isim yapmış insanlar çıktı. Hatta orada da kendi dillerinde edebiyat yapanlar oldu. Mesela Batı'ya göç etmiş Arap şair ve edebiyatçıların oluşturduğu ‘Mehcer edebiyatı’ mühim bir edebiyat akımıdır.

Mamafih gittikleri yerlerdeki bir takım dar kafalılar bazıları üzerinde bir takım dışlanma ve ayrımcılık da yapmadılar değil. Satırlarında, dizelerinde bu kötü muamelelerden de bahsederler. Aslında bizde de benzer durumlar yaşandı. Çok uluslu, çok milletli imparatorluğun hoşgörü anlayışından tekçi ulus devlet anlayışına geçilmesiyle beraber “öteki”ne karşı hoşgörü azaldı. Mesela aslen Üsküplü olan Yahya Kemal: “Rumelileri ezelden ebede kadar ‘Muhacir’ telakki etmeğe alışmış olan İstanbullu ve Anadolulu milletdaşlarımız bu itikadlarında ne kadar yanılıyorlar. Ah, bu ne fecî dalâlettir!” derken bu kabullenme probleminin aynı milletin çocukları arasında dahi olabildiğini göstermektedir (Çocukluğum, Gençliğim, s. 55). Romanya Tatarlarından olup Türkiye’ye göç eden tarihçi Prof. Dr. Kemal Karpat hoca da kendi yaşadıklarından yola çıkarak bunu teyid eder: “Biz nereye gitsek ‘Yabancı’ muamelesi gördük. Romanya’da bizi ‘Türk’ diye aşağıladılar. Buraya geldik, ‘Romanyalısın sen, Türk değilsin, olamazsın’ dediler. Sadece okulda değil, günlük hayatta da bu tür aşağılamalara ve benzeri birçok şeye maruz kaldık. ‘Siz dışardan gelmişler, sizin kanınıza gavur kanı karışmış, hakiki Türk olamazsınız’ gibi lafları çok işittim” (Dağı Delen Irmak, s. 113).

Bendeniz evlâd-ı fâtihân iki dedenin Rumelinin iki şehri, Priştine ve Kırcaali’den zulme maruz kalarak İstanbul’a hicretlerinin müteakip bir mahsulüyüm. Yani Anadolu insanının “Muhacir”i kısaltarak söylediği gibi ‘Mâcır’ çocuğuyum. Çocukluk yıllarımızda, Yahya Kemal ve Kemal Karpat’ın naklettikleri gibisinden bazı istihzalar ile karşılanmadık değil. Ben bunu imparatorluk ruhundan uzaklaşarak ulus devlete indirgenmiş zihinlerin marazi bir durumu olarak görüyorum. Zira Osmanlı döneminde böyle tavırla karşılaşılmazdı. Çünkü herkes bir yerlerden gelmekteydi. Üstünlük ırkla değil insanlıkla, bilgiyle, liyakatla değerlendirilirdi. Hatta mesela o dönemlerde İran’dan gelenler Bursa’da Acemler semtini, İstanbul’a gelen Arnavutlar Arnavutköy’ü, Boşnaklar Yeni Bosna’yı, Çerkezler Çerkezköy’ü oluşturmuşlardı. Ama bunlar gettolaşma değil İstanbul kültürü içerisindeki kurucu unsurlardı.

Dostlar, işin aslına bakılırsa herkes göçmen. Endülüslü Muhyiddin İbn Arabi ile Afganistanlı olan Mevlana Anadolu’ya hicret etmediler mi?. Yani her ikisinin de hayatları doğup büyüdükleri yerlerde sonlanmadı. Gurbette öldüler tabir caizse. Zaten tasavvufi açıdan herkes bu dünyada gurbette değil mi? Kimse buralı değil. Kimse buranın yerlisi değil. 7 milyar senedir ortak paylaştığımız bu küre daha önce yoktu. Bir irade ile var oldu. Anavatanımız burası değil. Bütün insanlık olarak bir yerlerden geldik buraya. Ruhlar aleminde özgürce yaşarken bu dünya denilen zindana düştük. Düştük ama aklımız orada kaldı. Hep orayı, ana-vatanımızı özlüyoruz. Bu da bizim elimizde olmayan, DNA’mızda olan bir durum. ‘Vatan sevgisi imandandır’ sözünü arifler bu şekilde anlarlar.

Sonuçta hepimiz ‘Mâcır’ız işte.

#Türkiye
#Anadolu
#Göç