Azerbaycan’daydık geçtiğimiz hafta. Benim de kitaplarımın yayıncısı olan H Yayınları’ndan çıkan bazı çocuk kitaplarının İpekyolu Neşriyat tarafından Azerbaycan’da yayınlanması vesilesiyle bir dizi konferanslar vermeye, buluşmalar gerçekleştirmeye gittik.
TİKA’mızın ve onu temsilen Adem Urfa’nın çok değerli katkılarıyla düzenlenen organizasyon için Türkiye’den Hayati Bice, Firdevs Kapusızoğlu, Veysel Akkaya ve Mustafa Tatcı ile yayıncı Abbas Kurbanov’la birlikte Aziz Sultanov ve Reyhan Yusufkızı gibi değerli yazarlarla ve kitaplarıyla buluştuk.
Üniversite ve liselerde, yayın dünyasında ve çeşitli kuruluşlarda Yesevi ve Yunus ekseninde gönül coğrafyamızı mayalayan tevhid dini İslam’ın yüreğinde atıp durduk birlikte. Maneviyatı hadım edilmiş bugünün tektip küresel kültüründen kendi geleneğimizin ve geleceğimizin aynasına bakmaya çalıştık Türkiye’den Azerbaycan’dan dostlarla birlikte.
***
Buraya birkaç yıl önce gelmiş, Bakü’de Yahya Şirvani hazretlerinin makamında ve Şamahı’nın Avahıl köyündeki Pir Ömer Halveti’nin bir ceviz ağacının mevkiinde kalan makamında niyaz etmiştik. Tez vakitte bir türbe yapılarak buranın ruhunu ihya eden canlı sözleri yeniden yükselsin semaya demiştik. Karlıydı etraf, hava soğuktu. Bu sefer ise taze bir bahar bütün coğrafyaya yeşil örtü giydirmişti.
Geldiğim yerlere bir daha gelmeyi çok severim. Hatta mümkün olsa defalarca. Aşinalık oluştukça zevk artar çünkü. Bilmeye başladıkça yaklaşırsın, her gittiğin yerin yerlisi olmaya başlarsın. Nitekim aramızda buraların müdavimi hocalarımız olduğundan unutamadıkları o meşhur kahvaltıyı yeşil çimlerin üzerinde bir daha edebildiler mesela! Çocukluğumuzun kaymağı, peyniri, tereyağı eşliğinde!
Sekizinci asırdan kalma ve birkaç yıl önce restorasyonu tamamlanan Cuma mescidinde namaz kılmak ve oradaki imamdan buranın maneviyat iklimi hakkındaki son haberleri almak çok öğretici oldu.
***
23 Nisan’da Reşid Behbudov merkezindeki özel gösterime katıldık. Öğrencilerin gösterisini izlerken çocukken oynadığım Kafkas folklorunu ve verdiğimiz gösterileri hatırladım. Derken Keloğlan ve Dede Korkut’un yer aldığı bir piyes izledik. Hemen fark ettim. Hiçbir didaktik öge olmadan, samimiyetle ve sadelikle oynanan bir oyun olduğu için, kalbimize hitap etmişti.
Ve sonra olan oldu. Minik bir kız çocuğu gelip bütün salonu ve kainatı dolduran gönül sesiyle ezberden bizim İstiklal Marşımızı söyledi. Bütün şiiri ezberlemişti. Normalde bizde olsa bu ne hamaset, çocuklar anlamını bile bilmeden gürleyip duruyorlar denir, hoş karşılanmaz böyle şeyler. Çünkü yaşamadığımız bir duyguyu taklit etmekle yükümlüyüzdür çocuk olarak sahnede. Hemen hepimizin çocukluk anılarında olmuştur bu.
Burada ise hal çok başkaydı. Minik kız çocuğu söylediği her kelimeyi biliyordu. Anlamını nefsinden geçirmişti sanki. Bunu nasıl yapmışsa yapmış, o yüzden olanca samimiyetiyle büsbütün ihya etti yüreğimizi. Bir baktım etrafımdaki herkesin gözleri yaşlanmış. Ah dedim, içtenlikle birbirine yaklaşmak, iç içe geçmek, aynı kökü sulamak nasıl da mümkündü, aşk ile!
Çocukluğumda dahi biz öğrencilere zar zor ezberletilen, anlamı her fırsatta örtülen, şairi aşağılanan, entelektüeller tarafından korkma diye başladığı için hezeyan kabul edilen şiir buradaki kadar canlanmamıştı hiç. Bu şiiri, hafızama, yüreğime, anılarıma iade ediyordu bu kız çocuğu.
***
Aramızdaki farktı bu aslında. Azerbaycanlılar da gerçi komünizm sürecinde köklerinden koparılmıştı ama bizimki kadar soluksuz bırakılmamıştı halk. Varolma mücadelesi onların kültür ve sanatla ama asıl olarak dille ilişkilerine ket vurmamıştı bizdeki kadar. Bizim ise hafızamız bomboş olduğundan şimdilerde diriliş adına doldururken estetiği ve ince sanatı göz ardı ediyoruz.
Bizde alfabenin değişmesi, bütün geleneğimizin ve kültürümüzü üreten sanatımızın horlanması ve inkar edilmesi öylesine etkili olmuş ki! Şimdi burada bunu binbirinci kez yeniden görüyorduk işte. Ayna oluyordu bu nahif çocuk gösterileri bizim kısır dünyamıza.
Burada çevreyi, mimariyi, sanat zevkini her ne kadar Rus etkisinden tamamen ayırmak mümkün değilse bile, dünyanın bugününe her ne kadar iddialı bir icra bırakma şevkinde olmasalar bile, Türklüğün ince sanatı –komplekssiz biçimde- burada devam ediyordu sevenlerine nefes çektirmeye. Ne ırkçı, ne milliyetçi ne de ideolojik olmayan bir zevk ve tecrübe birikimiyle!
***
Türkiye ve Azerbaycan için burada “iki devlet tek millet” denmesinin özünde gönül dilimiz olduğunu fark ettim. İki devlet bir millet sözü bende iki ten bir candayız olarak yankıladı orada kaldığım beş gün boyunca. Çünkü aynı dili konuşmak bizim anayurdumuzu bir kılıyor. Bütün siyasi, bürokratik, menfaatçi, ideolojik, milliyetçi söylemlerin ötesinde.
Burada asıl olarak Türkçemizi yeniden genişletecek olan hazine gizli. Her ne kadar birbirimizi rahatlıkla anlasak da, bizim bugün Türkçede kullanmadığımız kadim kelimelere çok daha geniş manalar veriyor Azerbaycanlılar. Anlamı öylesine derinleştiriyor ki bu!
İçinde Rusça, Farsça, Arapça da olsa, anlamını Türkçe’de bulan kelimelerin gönlümü de genişlettiğini söyleyebilirim. Beş yüz yıl önce de sonra da, zamanın ruhuna uygun olarak koruyabilecek yapıda çünkü kendi özünü. Tıpkı ortak köklerimiz gibi.
Birkaç örnek vermek benim gibi kelimelerle yaşayan biri için olmazsa olmaz.
Nikah dairesine saadet sarayı diyorlar. Ceviz reçeline koz mürebbesi. Para bozdurmak yerine mübadele kelimesini kullanıyorlar. Bilbord veya ilan panosu yerine malumat levhası. Bitkisel ilaca bitki dermanı. Gösterim yerine temaşa. Mesela kukla temaşası. En komiği saç yığılması: Topuz!
En güzeli de yürek sözü. Herkes bir etkinliğin sonunda gönlünden geçenleri söyler ya. Anı defterine birkaç cümle yazar ya. Yürek sözü işte. Azerbaycanlı Ahmed Cevad’ın sözleriyle: “Ah ölmeden bir görseydim/ Düşebilsem toprağına...”
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.