Yokum öyleyse düşünüyorum!

04:0024/04/2018, Salı
G: 24/04/2018, Salı
Leyla İpekçi

Batı tarihi savaşla da barışla da ötekini sömürmenin serüvenini yazdı büyük ölçüde. Sen’i ben yapma hırsının tatbiki oldu. Hümanizm adına zulmü alkışlayan düşünürler/ sanatçılar şiddeti yücelttiler hükmetmek adına. Kalp ikiye bölündü.Halbuki geleneğimizdeki benlik eğitimi bize tam aksini öğretmek için ne çok ter döktürüyordu: Tevhid algısının tatbikinde ben’i sen yapmak vardı. Sen’i ben yapmak değil. Hakka karışıp O’nda yok olmak vardı. Gönül bir’di.***Bireyi kendi benliğinden ibaret bırakarak kutsayan

Batı tarihi savaşla da barışla da ötekini sömürmenin serüvenini yazdı büyük ölçüde. Sen’i ben yapma hırsının tatbiki oldu. Hümanizm adına zulmü alkışlayan düşünürler/ sanatçılar şiddeti yücelttiler hükmetmek adına. Kalp ikiye bölündü.


Halbuki geleneğimizdeki benlik eğitimi bize tam aksini öğretmek için ne çok ter döktürüyordu: Tevhid algısının tatbikinde ben’i sen yapmak vardı. Sen’i ben yapmak değil. Hakka karışıp O’nda yok olmak vardı. Gönül bir’di.

***

Bireyi kendi benliğinden ibaret bırakarak kutsayan hümanist yaklaşım, ben’deki sen’i keşfetmeye ve bütünleşmeye değil, ben ile sen’i ayırarak sen’i öteki olarak görmeye yöneltti bizi ve bunu modernlik adına meşrulaştırdı.

Öteki diye bizi hep ikiliklerde tutan bir kavram ortaya çıkınca; zıtlığın ayrımcılığa yönelen yanı yüceltildi: Öteki zayıf ve defolu olan demekti. Düşman. O halde ona hükmetmek, zulmetmek, onu sömürmek, işgal etmek meşru idi.

Bireyi kutsayalım derken hümanizmin bu hiyerarşiyi bozan ve insan olmayı eksilten özelliklerine ikimiz de diğer herkes gibi esir düştük yıllarca. Sen de ben de bütün pozitif bilimleri öteki kavramıyla somutlaştırdık zihnimizde. Geleneğimizdeki tevhid şuurunun ipuçları silinmişti kalbimizden.

Şimdiyse bizzat kendi dünyalarımızda bütün hiyerarşik yapıları sil baştan kurarak tatbikat yapıyoruz can kardeşim. Yedinci mektubumun adresi. Gönlümün aynası! Ben’i sen yapmakla, “iki yay arası hatta daha yakın” olmakla yani miraç etmekle yükümlüyüz her birimiz. Bütün ikileri ‘bir’ kılmakla.

Nasıl atacaktık peki bu öteki kavramını zihnimizden? Nasıl ispat edecektik öteki sanıp döktüğümüz kanın bile kendi kanımız olduğunu? Nasıl alacaktık bu şuurla kılıcı elimize? Sen akılcı tutturuculuğunla? Ben mağduriyet savunmalarımla?

Nihayetinde iki farklı uç gibi durduğumuza bakma, ikimizi de ele geçirmemiş miydi benzer bir vehim? Peki bu zulmü bitirmek için savaşmanın neresindeydik?

***

Sosyoloji, psikoloji ve tüm diğer pozitif bilimler toplumsal olgulara bakarken beşeri ve ilahi olarak ayrışmış bir algıdan konumlandırıyordu kendini. İnsana bir bütün olarak bakma ve kendi terminolojisini genişletme konusunda pek istekli görünmüyorlardı.

Bireyi ilahi özelliklerinden soyundurarak salt benlik/ kişilik üzerine, tensel bir algının pençesine rehin bırakan bir anlayıştı bu. Zihni yapı laik ve kutsal diye ikiye bölününce insanlığımızı birleştiren değil ayıran bir yapıya oturuyordu zıtlıklar. Olguları ancak kıyas yöntemiyle anlamlandırmaya çalışıyor, bütüne bütünden bakma ve iç dış ayrımı yapmadan yaklaşma konusunda da ketum davranıyorlardı.

Benim alanıma giren Sosyoloji; ‘benliksiz bir ben’ ile ‘tepesine dek benliğiyle dolu bir ben’ arasında evrensel insanı / toplumu tanımlayamıyordu. ‘Beşeri olanı’ tarihsel bir bakışla yorumlamakla yetiniyordu. Ve bütün toplumsal hareketlilikleri yorumladığını sanıyordu.

Fakat toplumsal karmaşalardaki simyayı, suretin ardındaki manayı, görünenin ardındaki görünmeyeni, için dışa tezahürünü aramadığı ölçüde sosyoloji beşere ait davranışların Hakk’a bakan yönüne kör kalıyordu.

Beşeri bilimlerin hududunu çizerken ‘kendini bilen Rabbini bilir’ sözünün binlerce sayfa sürecek açılımlarına yaklaşmaya gerek duymayacak kadar ‘biliyorum’ sanıyordu insan kalıplarını.

Senin alanına giren Psikoloji biliminde de durum aynıydı. İçimizdeki evrenselliğe izini düşüren farklı toplumsal kodları hakkıyla yorumlamakta sık sık aciz kalıyordu. Çünkü neden sonuç ilişkilerini nefsi emmare düzeyinde algılayabiliyordu ancak. Habire geçmişimize esir ediyordu bizi. Farkındalık seansları bir türlü an sırrını açamıyordu kalbimizde.

Nefsi dışında öteki’si olmayan bir kültürden gelerek, zulmediyorduk nefsimize. (Ki nefis dahi öteki değildir, Müslüman edilmekle / terbiye olup Hakkı bilmekle yükümlüdür.)

Fransız okulundaki felsefe dersinde öğrendiğim ve sonra Boğaziçi’nde sosyoloji okurken tüm derslerimizin ana teması olarak gördüğüm Humanities (beşeri bilimler) ‘kendilik’ algısını nefsin en alt düzeyiyle sınırlayan bir bakışla öğretiyordu. Tende canı diri tutan nedir; yorumlanamıyordu.

İkilikler bir’lenmeyince hakikat bir tür göreceli algıya kilitleniyor ve fıtratımızdaki tevhid şuurundan uzaklaşılıyordu. Laik olanla kutsal olanı, önce ile sonrayı, iç ile dışı, arz ile arşı ayrı ayrı yorumladıkları gibi yeryüzü ekmeği ile gökyüzü ekmeğini de bölünce: Tanrı yukarıya hapsoldu!

Sonra çok hümanist ve ateist / deist olduğunu söyleyen arkadaşlarımız doğal olarak “gökten zembille inen hiçbir şeye inanmam” deyip çıkıtılar işin içinden!

***

Neredeydi peki her neye baktığında Hakkı gören / semme vechullah sırrının sahibi kamillerin medeniyeti? O’nun nuru her şeyi kuşatır diye ezberleyenler dahi bir mekan izafe ediyorlardı Hakka. Ya da bir sıfat, vakit, bir yön, bir özellik...

Varlığa müstakil benlik atfetmek ikiliğe ve surete bağımlı olmaya götürüyordu. Nefsi emmare medeniyeti büyüyordu durmadan. Bensiz bir benliğe varmak ise sureti anlamla bütünleştirerek varlığı bir bütün olarak görmeye ve bağımsızlığa / hu’vviyete götürecekti.

Buradan hareketle ‘düşünüyorum öyleyse varım’dan ‘yokum öyleyse düşünüyorum’a uzanan bir dil hicretine çıktık. Gençliğimde çok sevdiğim yazar Tezer Özlü’nün sözcüklerinden alıntılayarak. Ama söylem yalnızca başlangıçtı.

#Toplum
#Felsefe
#İnsan