Medine’ye bir ensar ailenin evine ziyarete gitmiştik. Yüksek tavanlı, penceresi yukarıda, sediri rahat, mutfağı genişti. Işık huzmeleri yukarıdan içeriye düşüyor ve içerisiyle dışarısı arasında bir devri daim olduğunu hatırlatıyordu.
Aynı hissi Şiraz’da bir tarih müzesinde de yaşadım. Tıpkı camilerdeki gibi. Işığın dışarısıyla içerisi arasında bir tür bağlaç olduğunu ve üzerime düşen her huzmenin güneş mecazıyla bize ulaşan asıl kaynağı temsil ettiğini oracıkta duyumsuyordum.
Gecenin içinden gündüzün çıkması gibi içe içeydi insan gerçeği. Dışarısı da içeriydi.
Buna mukabil Amsterdam’da bir tarihi binada girdiğim dairede kocaman sütunlar, kirişi yüksek kapılar, süslemeli sütunlar arasında dolanıp durdukça kendimi bir aksesuar gibi hissetmiştim. Avrupa’nın katedrallerinde olduğu gibi.
Değil iç içe olmak, hemhal olmak filan; kendimden menkul, fark edilmek için yapılmış bir nesneydim. Öznesini yitirmiş bir nesne. Tıpkı Paris’de kaldığım evin bahçe kapısından girerken bir anda fark ettiğim gibi: Kapının toplam metrekaresi benim kaldığım dairenin metrekaresinden daha genişti. Devasa kapıların ardında tıklım tıkış hayatlar!
Hayatın içerilerden daha net göründüğünü çocukluğumdan beri bilirim. Bir romanımda mutfakta yemek yapan kadının pencereden gördüğü gerçeği haber kanallarının muhabirlerinin göremediğini epey dilime dolamıştım.
Mazgallardan çıkarak şehrin sokaklarında fink atan genç fare ölüleri, yaşlı fare ölüleri!
Böyledir işte. İçerilerde açan bir saksı çiçeği kokusunu salar durur, dünya duymaz.
Batı’da beni en rahat ettiren iç mekanlardan biriyse Birghton’da kaldığım İngiliz ailenin eviydi. Anglosakson kibarlığının ardında yatan tahakküm ve sömürgeciliği gençken ne kadar ölçebiliyordum bilmiyorum ama Britanyalı ihtiyar bir ailenin evinde, okyanusa açılan bir kasabada, 80’lerin başında yine de dünyanın iç haline gölgeliğini düşüren ev yapımı huzuru bulmuştum.
***
Dünyanın doğularına gittikçe düzenli hız dünyası yerini usul usul bir karmaşaya bırakır. Görünmek ve fark edilmek dürtüsüyle donanmış benlikte görünenle gören arasındaki ayrım silinmeye başlar.
Neonlu kaldırımlar, birörnek budanmış ağaçlar, yaldızlı vitrinler ve ılık çikolata kokulu bulvar kafelerinden çıkar, kekik nane zerdeçal kokuları arasında dar sokakların kalabalığına karışırsınız. Tezgâhtarlar, işportacılar, antikacılar, seyyahlar, öksüzler, zengin iş adamları derken uzayıp gider iç içe kalabalıklar.
Kubbeli çarşılarda kümelenmiştir gündelik hayatın akışı. Bastonlu ihtiyarların hesap üzerinden atışmalarına, pazarda bahçesinin ürününü satan emektar takunyalı teyzelerin telaşına rastlarsınız, başınız tavana değecekmiş kadar yakın olursunuz.
Eski sokakların, taş yolların, tarihi binaların arasından saklanır gibi girdiğim Halep çarşısından aldığım pamuklu elbise de iç mekâna dâhildir mesela! Elbise için ‘kardeş indirimi’ diye diye yaptığımız pazarlığı unutamam. Halep harap oldu, onlarca can katledildi, hâlâ giyiyorum o elbiseyi.
***
İç mekânların tozu çeri çöpü gönlümüzün yansımasıdır aslında. Kahire’de bir apartman katında ziyaret ettiğimiz sivil toplum yöneticisi hanım evinde yediği çekirdeklerin kabuğunu yere atıyordu, bakakalmıştık. Minibüslerin otobüslerin içinden dışına ve üzerine sarkıyor, üst üste yığılıyordu yolcular. Çamurlu sokaklardan tozlu evlerine giriyorlardı. Hele mezar ev adı verilen bölgede iç ile dış arasındaki ayrımsız hayatın tortuları nasıl da yakıyordu bakanların içini. Nil nehri dahi bulanıktı.
Kahirelilerin El Ezher’in avlusunda fetva makamlarına danışırken çöp ile kurduğu ilişkinin gündelik hayatın orta yerinde iç ile dış arasında bir ayrım yapmadığını anlamıştım. Gelgelim Akdeniz kenti İskenderiye’de ya da Beyrut’un bazı steril semtlerinde hayat daha billursuydu. Gençler kalender meşrep, neşeli ve içten dışa içe akışkan haldeydi.
Ama asıl Kudüs! En müthiş iç dış birleştirme mahalli orasıdır benim için. İçeriye girdikçe, dışarısının da içeriye dâhil olduğunu fark etmeye başlıyorsunuz Kudüs’te. Her yer İsevî, Musevî, Muhammedî nefesle dolu ve türbelerden mezarlara, mabetlerden meydanlara yeryüzünde yalınayak gezebilmenin imkânlarını döşüyorsunuz attığınız her adımda.
***
Ve derken Anadolu’nun tek kişilik namazgâhları, adı sanı bilinmeyen azizlerin yatırları, metruk kiliseler, şahadet makamları, türbeler, son kurşun anıtları. İçerisi mi dışarısı mı hiç bilinmeyen gönül evleri.
Sumela manastırına tırmanan her milletten insanla bir arada, dağdan dağa yeşilliklere doğru kaybolup gittiğim bir yaz ikindisini hatırlıyorum. Her meşrepten insan, kan ter içinde zirveye doğru çıktıkça aslında içeri giriyorduk.
Sisin içinden, kendi gönül âlemimizin derinliklerine.
Tepedeki Hira mağarasında ise tek kişilik bir iç mekânın kâinat kadar geniş olabildiğine tanıklık ettim. Eşyanın hakikati usulca açılıyordu. Kâbe çok aşağıda bir yerlerde kalmıştı, âlemlerin gözbebeği kâmilin nefesinde şahadet ile gayb bir olmuştu.
Bizimle konuşan ile bizim konuştuğumuz, bize bakan ile bizim baktığımız Nur dağının eteklerinden aşağıya, varlığın sırrına açılıyordu kaldırdıkça perdeleri.
***
Geçen gün sık sık kullandığım Üsküdar Beykoz motorundan inerken yanımdaki yolcu iç çekti: “Şu motorda giderken İstanbul her şeyiyle dünyanın en güzel şehri diyorum. Otobüste giderken ise tam aksini diyorum!”
Bütün yolculukların dönüp geldiği, bütün ikiliklerin birleştiği diyar. Yâr evi. Gönül. İstanbul işte, zâhirle bâtının yekvücudu.
İç yolculukların aktığı Boğaz, doğu ve batıların buluşup içe sefer ettiği merkez, âfaktaki delillerin enfüste ispatı. İster motorla geçin ister otobüsle, yayan. Dış hatlar yolcusu her kapıdan iç hatlara sizi illa yollar.
İstanbul; maddenin de mana olduğunu bir Boğaz motorunda size taşıyan sır. Manevi seferlerimizin iki yakası. Kitabın bitmeyen sayfası. Dalından kopmayan yaprak. İçten dışa içe sonsuz tabirli rüya.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.