Saatler akıp gidiyor. Hayat o kadar hızlandı ki yakında dakikalarla çağ atlamaya başlayacaksın. Saniyelerin içine asırlar sığacak. Az kaldı. Elli bin yılın bir güne denk gelişinin ne olduğunu, zamanın dönüp dolaşıp göklerin ilk yaratıldığı güne dönmesini seyrettikçe anlıyorsun, anlayacaksın.
Her solukta ölüyor diriliyorsun. Her solukta zaman dönüp dolaşıyor, başlangıçlarla sonları ucundan bağlıyor. Tıpkı geceden gündüzün çıkması gibi...iç içe... Hem her şey aynı hem her şey biricik. Her gün batımı farklı, her gün başka türlü doğuyor güneş. Ama içinden biliyorsun ki hepsi bir bütüne dahil.
Sen de öylesin. Bir yanıyla alem sende içkin, bir nefesinle onu dalgalandırmaya adaysın. Bir nefesi içine çeker gibi tüm alemi yutabilmeye adaysın. Oysa bir ters sözü dahi yutamıyor, tahammül edemiyorsun.
Herkesi kendi bakışına uydurma derdindesin. Senin doğru bildiklerine uymalı etrafındakiler. Senin istediğin gibi olduklarında haklılığın kanıtlanmış olacak. Öylesine benlik yüklemişsin kendine. Ben ben bitmiyor!
Saatler akıp gidiyor. Bir o ben, bir bu ben, bir şu... Habire kostümlü provadasın. Bitmiyor benlik müsamerelerin. Ben dedikçe sevemiyor, kucaklayamıyorsun. Ben dedikçe başkalarına kavuşamıyorsun.
Fakat ne kolay kandırıyorsun kendini. Her şeyi ailem için, cemaatim için, ülkem için, velhasıl Allah rızası için yapıyorum diyorsun. Ama başka cemaatten olanları hakir görüyor, eşinin bir kusuruna sabredemiyor, ülkeni sabah akşam yerin dibine batırıyorsun.
Kansız kıyım. Senin en seri icraatın. Hiçbir şey vermeden... Aklını, vaktini, emeğini... Yarım yamalak vererek, üstün körü yaparak, oldu sanıyorsun. Hakkın eli, dili, gözü oldum sanıyorsun, hakkıyla yapmadan hiçbir şeyi. Hakkıyla sevmeden, hakkını vererek anlamadan, hakkını vermeden...
Mahallendeki bir park yerini bile kendine ayırmaktan vazgeçmiyorsun, komşular ne yaparsa yapsın. Saatler akıp gidiyor. Her gün, her saat kendine ayırıyorsun orayı. Başkalarında kızdığın her şey, kendinsin. Onlarda sevemediğin her şey, kendinsin. Alem senin aynan.
Hayattaki en büyük tecrübe sevebilmek. Sevemediğin her şey, kendi egondan bir leke. Kılıç sallamak, silah doğrultmak, intikam almak zorunda kaldığında dahi... Söverken dahi... Severek!
Sana böyle diyorum da ben farklı mıyım... Şimdi seven yüzlere bakıyorum. Sevebilen yüzlere. Baktıkça güzelleştiğimi fark ediyorum. Belki tek farkımız bu acizane. Çok yoruldum kusur görmekten, ona buna her şeye haklı çıkmak için bakmak beni tüketti. Birlikte güzel olmamızı istiyorum. Uzlaşmak değil hayır. Çünkü biliyorum ki en büyük çatışmalar uzlaşma şartı yüzünden çıkıyor hep. Hayır ne seninle aynı fikirde olmak istiyorum, ne de uzlaşmak. Sadece bu kadar zıtken bile sevebilmemizi istiyorum. Merhameti, yakınlaşmayı, ruhumuza dokunmayı...
Çünkü seven yüzlere baktığımda bunu görüyorum; celali cemâlî bir arada. Her şeye güç yetirebilen keskin ama yumuşak bakışlar... Çelik gibi ama yufka bir yürek. Sert ve söven sözler ama güzelliği öven, karşısındakini yücelten bir üslup...
Saatler akıp gidiyor. Seven ve sevileni güzellikte yek vücud kılacak sebepler sonsuz kere sonsuzlaşıyor. Ancak seven kişi görüyor güzeli. Benliğini sen eden kişi görüyor. Bu nasıl bir görmekse; nur içinde ve nur için nurunu görmekle gerçekleşiyor. «Allah göklerin ve yerin nurudur...»
O'nun nuru içinde kandil bulunan bir fanus, kandil de sanki inciden bir yıldız... Hemen ışık saçacak. Nur, öncesiz ve sonrasız... Zamandan bağımsız. Aşkın batını, zahiri... Daimi zikir. Tükenmeyen kaynak. Sevenlerin yüzünde tecelli eden hakikat. Elli bin yılın izdüşümü... Yüze düşümü...
Saatler akıp gidiyor. Seven yüze sevilenin güzelliği aksediyor. Bunu görsen ya biraz da. Nurla kaplı bir arzda ve arşta... Yalnızca çamuru değil, çamurun nurunu görmeye niyet etsen. Bana da gösteririsin hem. Siyasetin dipsiz kuyusunda dahi güzeli kaynağından çekebiliriz.
Var olan hiçbir şey iyilikten / güzellikten tamamen uzak değilse... Asıl direniş güzeli görebilmekle, sevemediğini sevmekle başlıyor vesselam.