Yesevi hazretlerinin ilk mürşidi Arslan Bab'ın türbesinde uçuşan kırlangıçları selamlamış, Moğol hükümdarı Cengiz'in tarumar ettiği Harzemşahlar devletinin Otırar şehrini geziniyorduk. Yürüdükçe uçsuz bucaksız Orta Asya ovalarına karışıyorduk. Bugüne hiçbir şey kalmamış, yağmalanmış, tarihten silinmiş bir şehrin son kalıntılarının ortasında, bir şeyler canlıydı hala. Bir nefesti bu.
Hoca Ahmed Yesevi'nin Anadolu'ya ve oradan batıya, Balkanlara dek hakikat ilminin yayılmasına öncülük bitmeyen bir fetih idi. Aşk denilen noktanın sonsuzluğu genişlemeye devam ediyordu. Gönül sultanlarının sözü Resulullah nefesiyle her dem yankılanmaya devam ediyordu.
***
Bozkırın ortasında kurulmuş Türk- Kazak Hoca Ahmed Yesevi üniversitesinin bir salonundaydık. Yesi'de. Bugünkü adıyla Türkistan'da. Türkiye'den Tika'nın önderliğinde çeşitli akademisyen, sanatçı, yazar çizerlerden oluşan 'Gönül kervanı'na binmiş gelmiştik.
Yesevi Üniversitesi öyle kurak bir coğrafyada yeşermiş bir filiz gibiydi. Sovyetler'in yıkılışından sonra her ne kadar bağımsızlık rüzgarları bu coğrafyada esmiş de olsa, gerek Rusya'nın gerek komşu Çin'in izleri epey canlıydı. Anadili olan Kazakça yerine iki resmi dilden biri olan Rusça'yı konuşan gençlere de rastlayacaktık mesela. Yesevi denildiğinde pek ruh kıpırdaması yaşamayan halkın yüzü Batı'ya ve Avrupa'ya dönüktü çoğunlukla.
1991'de kurulan Yesevi üniversitesi, bağımsızlıktan sonra Türkiye'nin talip olmasıyla iki devletin ortak üniversitesi olmuştu. Bütçe de, eğitim dili de ortaktı. Türkçe hazırlık okunan dokuz fakülteli bu üniversitede on bin öğrenci vardı. Türk ve akraba topluluktan öğrencileriyle eğitim imkanı dışında bu bölgeyi ve insanını dönüştürmeyi, diğer kardeş Türk devletleriyle birbirini ve köklerini bilen güçlü nitelikli devlet adamları yetiştirmeyi amaçlıyordu.
***
Üniversiteyi geziyorduk evet ve geçmişten bugüne irili ufaklı onlarca Türk boyunun Çin'de ve Rusya'ya da yayılarak mevcudiyetlerini elan devam ettirdiğini, dillerini, geleneklerini öğrenmeye çalışıyorduk. Kazak milletinin önemli şahısları, alimleri, hükümdarları, sanatçıları hakkında bilgi alıyorduk. Pek çok ismi ilk kez işitmenin getirdiği bir burukluk oldu bende.
Köklerimiz birdi ama ne kadar uzaktık coğrafya olarak. Tarihimiz kesişse bile, ne kadar ayrıydı ruh iklimimiz. Türkiye Sovyet döneminde Kazak kütüphanelerine girememişti, Çağatayca bilen akademisyenimiz bile yoktu. Zaten bizdeki alfabe değişimi, Kazakistan'daki komünizm dönemi derken...
Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen ve yollarına devam eden Türkler yüz yıllar içerisinde karışmış, yeni toprakların sakinleriyle iç içe geçmişti. Kan ve soy üzerinden bir kök tanımı yapılamazdı. Bizleri asıl birleştiren, bu sonsuzluğa uzayan ovalarda ruhumuzu dirilten neydi o halde?
Üniversitenin bölümlerinden birinde sultanlarla alimlerin her vakit bir arada olduklarına ve adalet için uğraştıklarına dair bir resim gördüm. İşte bu olmalı bizi kökten birleştiren dedim. Hakikat aşkı. Şevki. İştiyakı. Hak aşıklarının mânâsında buluşuyordu kökümüz.
***
Almati'deki Kazak televizyonunda yaptığımız oturumda da fark edecektim; güven sorununu aşmak, farklı siyasi bağlamların dolaylı etkilerini azaltmak gerekiyordu. Bunun da ilk yolu medeniyetin kalbi diyebileceğim kültür ve sanat alanında kurulacak gönül temaslarından geçecekti. Güven; kalbin alanıydı ne de olsa. Türkiye ile Türkistan arasındaki bağ bu güven ekseninde usul usul da olsa yeniden kuruluyordu işte.
Türkiye Diyanet'i, Yesevi'nin türbesinin yakınında bir de cami yaptırabiliyordu. Tika'nın gerek eğitim ve sağlıkta, gerek tarım ve hayvancılıkta, gerekse de kültür alanında onlarca projesi hayata geçmişti, geçmekteydi.
Üniversitenin rektörü Prof. Mehmet Kutalmış hocanın yirmi beş yıldır bu coğrafyada yaptıklarını, yaşadıklarını dinlerken tatbikat olmadan bilmenin, eksik ilim demek olduğunu düşünüyordum. Pek çok şeyden geçip gitmek gerekiyordu. Buralara gelebilmek için. Terk gerekiyordu. Ya da sonsuz kabulleniş.
Mütevelli Heyet Başkanı Prof. Musa Yıldız, mütevellinin diğer üyeleri, düzenli olarak bölgeye dair raporlar hazırlayan Avrasya Araştırma Enstitüsü'nden Başkan Nevzat Şimşek, Almatı Başkonsolosu Rıza Kağan Yılmaz, özellikle TİKA Başkanı Serdar Çam'ın selamını getiren Daire Başkanı Zülküf Oruç. Bu bağın güçlenmesinde emeği geçenlerden sadece birkaçıydı.
***
Yesevi'nin batıya giderken bıraktığı izlere basarak bizi onun topraklarına getiren ve gönül yollarını açan çağdaş Yeseviler'den Musa Yıldız hoca, üniversitenin Almatı'ya alınması gerektiğini söyleyerek Türkistan'a ise yüksek okul ve bir araştırma merkezi kurulmalıydı diyor. “Çünkü Türkistan kalkınsa da ne yazık ki üniversite kalkınamıyor.”
Dünyanın bugününde, böyle zor bir bölgede iki devletli bir üniversiteyi kalkındırmanın yegane yolunun vakıf insan yetiştirmek olduğunu düşündüm. Yesevi hazretlerinin Asya bozkırlarından çıkıp Anadolu'ya gelmesi, binlerce halifesiyle hakikat tohumunu saçması, 'Asya bozkırlarında Yesevi'nin nefesiyle' adlı yazımda da bahsettiğim gibi kendini her alanda vakfedebilmenin geniş zamanlı hikayesiydi.
Kervanı kaldıranlardan biri; Mustafa Tatcı hoca, “Yesevi hazretlerinin vakıf insan yetiştirmesiyle de çok önemli olduğunu belirterek, “Selçuklu döneminde Anadolu vakıf insan sayesinde ihya oldu” diyordu: “Sadece insana değil bütün mahlukata yönelik vakıflar yapıldı. Horasan Erenleriyle Anadolu'ya gelen bu ahlak daha sonra Osmanlı ile Balkanlara geçti. Tekke geleneği, vakıf insan ahlakı orada halen etkin.”
Kendisi veya soydaşları için değil sadece; insanlığın dirilişi için ahdetmek, adanmak, vakıf insan olmak. Bu öyle bir tavırdı ki, aşk ile mayalana mayalana vardığın her toprak parçası gönül oluyordu! Doğu'dan Batı'ya. Bozkırdan dağa, adaya...
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.