Bizi yaşadığımız yerin yerlisi ve sırlısı yapan...

04:008/08/2017, Salı
G: 17/09/2019, Salı
Leyla İpekçi

Yazları artık sayfiye yeri olarak kullandıkları köylerine çoluk çocuk geliyor herkes. Köyün ıssız ihtiyarlarının yüzü gülüyor yaz gelince, yüreklerinin ısısı yükseliyor. Şehirde kalanlar ise bir metrekarelik boş alan gördüğünde mangalını semaverini portatif masa sandalyesini, kilimini hamağını seccadesini yerleştiriveriyor hayatın ortasına.Kim kime dum duma. Müthiş bir iç içelik, kalabalık, coşkunluk ve yayılma duygusu! Bu şekilde biraz olsun gevşemeye, zorlukla birlikte gelen kolaylığı görmeye

Yazları artık sayfiye yeri olarak kullandıkları köylerine çoluk çocuk geliyor herkes. Köyün ıssız ihtiyarlarının yüzü gülüyor yaz gelince, yüreklerinin ısısı yükseliyor. Şehirde kalanlar ise bir metrekarelik boş alan gördüğünde mangalını semaverini portatif masa sandalyesini, kilimini hamağını seccadesini yerleştiriveriyor hayatın ortasına.

Kim kime dum duma. Müthiş bir iç içelik, kalabalık, coşkunluk ve yayılma duygusu! Bu şekilde biraz olsun gevşemeye, zorlukla birlikte gelen kolaylığı görmeye çalışıyor herkes.

Yürüyor, hareket ediyoruz durmadan. Yürümek, ‘oku’ emrinin bir türevi gibi. Sadece yazılı olanı değil, hayatı, insanı, doğayı her şeyi okumakla yükümlü isek; gönülde yazılı olan, gönle nakşolunmuş olan o sözsüz dili okuyup işitebilmenin önkoşulu yürümek. Bir diğer adı ruh!

Bu toprakların mayasındaki bu hareketlilik, bu kesintisiz yürüyüş bir gönül fethidir öncelikle. Toprak parçasını memleket yapan manadır bu yürüyüş. Sadece Malazgirt’ten Anadolu’ya girmenin ruhu değil. Bu çok şekilci ve yüzeysel bir slogan, bir hamaset olurdu şüphesiz.

Bizi yaşadığımız yerin yerlisi ve sırlısı yapan bu ruhun köklerine inmeye çalışıyorum burada zaman zaman. Siyasi sosyal iktisadi tanzime sımayan bu can birliğinin, Çanakkale’lerden 15 Temmuz’lara devam eden ruhun köklerine. Bir arada yaşayan yığınların kuru kalabalık değil, bir millet olduğunu müjdeleyen aşk ve irfan ruhunun derin diplerine...

*

Gündem öylesine zor, öylesine yıpratıcı ve öldürücü ki! İnadına daha çok sarılıyoruz yaşama. Bizi iç savaş kıvılcımında tutanlara inat, daha çok sarılıyoruz gölgelerde, serinliklerde. Neşeli günlerin uzak bir hayal olduğunu vehmeden çok bilmiş ve hep kötümser muhaliflerin yalnızlık ve hüzün basan söylevleri eşliğinde umudunu kaynağından çeken, eleştirse de düşmanlık etmeyen, komşusuna güvenen samimi insanların neşesinde buluşuyoruz ısrarla.

Bir yandan savaş moderatörlerinin etrafımızda yeni cephe açma çabaları, bir yandan sivilleri katletsin diye teröristlere tırlar dolusu yapılan mühimmat yardımı. Bir yandan hemen her gece havai fişekler eşliğinde sahil düğünleri, kır düğünleri, köy düğünleri.

Bir yanda koca koca siyasetçilerin çıkıp yabancılara “ülkemize gelmeyin burası tehlikeli” diyerek yapmaya çalıştıkları muhalifliğin sığlığı.

Bir yanda termal tesislerin, resort otellerin, tatil köylerinin her şey dahil fiyatlarını hesaplayarak tatile çıkmak için gün kollayanlar. Bir yanda sel felaketleri taşkınlara dönüştüğünde mağdur olanlarla “siz daha bu hükümete oy verin” diye alay edenlerin felaketlerden duydukları derin keyif.

Bir yandan hızla ilerleyen köprü, tünel, havaalanı inşaatlarına ağaç katlediliyor diye karşı çıkarken arabasız, uçaksız, bilgisayarsız saat geçiremeyen doğacılar. Bir yanda yaz boyu devam eden çatışmalar, depremler, terör. Bir yanda adım attığınız her beldede yöresel kültür festivalleri, şenlikler, etkinlikler.

Bir yanda pamuğa, bağbozumuna, fındığa, zeytine giden tarım işçileri. Devrilen kamyonlarda üst üste yığılanlar. Kamyondan atlamayıp ayakta kalan ana babaların haftasonu çocuklarıyla birlikte günübirlik tekne turlarında kaydıraktan denize atlamaları...

*

Türkiye’nin capcanlı, giderek dirileşen ruhunda gezinip duruyoruz. Evet küresel ittifakçıların olağanüstü gayretleriyle üzerimizde uyguladıkları kanlı kansız şiddete rağmen, içimizde hiç katledilemeyen bir halis niyet, bir temiz kalp, bir cesur yürek çarpıntısı var. O hareketin içindeyim ben de. Yine yollarda. İçimdeki dışımdaki yollarda, düşe kalka.

Anadolu’yla henüz yeterince dolmayan boşluklarımı yamalıyorum gündelik hayatın sade kumaşıyla. Çünkü şahidim, Gölmarmara’dan Buldan’a, Alaşehir’den Tavas’a, Karacasu’ya, Kızılcabölük’ten Gökçeler’e gerçek ile taşıyor kalbimde mana dili, Anadolu’nun ruhuyla.

İç Ege’nin yeşil tepeleri, inciri, üzümü olgunlaşmakta olan tarlalarında çalışan, tütün kıran kadınların arasında gezen ruhun içindeyim. Erkekler kahvede pineklese de ölmeyen ruhun. Issız dağ yollarında, rüzgarlı bayırlarda, otoyollarda kavun karpuz, börülce, soğan, bardacık satmakta olan delikanlıların cebinde taşıdıkları bir sır bu. Bilenin bildiği, konuşmadan yaşanan.

Bilmek istemeyenlerin, unutanların, hiç yaşamamış olanların durmadan sabote ettikleri, hamaset bulup küçümsedikleri, ırkçılık milliyetçilik zannederek çok korktukları, asla derinleşemedikleri bu ruh.

*

Adım başı karşıma çıkan Yörükler var bu ruhun içinde. Hak aşığı, tevhid ehli canlı sözler var. “Gidip, Toros Dağları’na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez” deyişini Atatürk’ün boş bir iltifattan ibaret olmadığını anlar içeri her buyur edilen.

“Biz geldik” dedim ben de nitekim bahçe kapısından içeri seslenip. “Nimet Abla biz geldik!” “Öyle denir mi, Tanrı misafiriyiz, destur var mı diyeceksin a gülüm.” Ama böyle çıktı işte gönlümden. İçerideydim çünkü zaten! İşte bu hep birlikte içinde olma halidir bu ruh.

Kolumun altında köyün sakinlerinden Mehmet Gökçe beyin kitabı. Meşeli Kaya’nın çocukları. Onun evinden içeri girdim! (İnşallah devam edeceğim.)

#Türkiye
#Ege
#Yunanistan