Dünya ne tuhaf değil mi? Bir arada elektronik döner kapılardan geçiyoruz, koskoca pasajların devasa kapılarından kalabalık halde çıkıp geniş metrekarelerde yan yana masalara diziliyoruz. Birbirimizle hiç konuşmasak, tanışmasak da iç içe, omuz omuza yemek yiyoruz.
Fakat içerilerde bir arada yaşayamıyoruz. Derhal anlaşmazlıklar, sen ben davaları, cedelleşmeler.
Her an tanımadıklarımızla bir aradayız. Akıllı binaların asansörlerine onar kişi sığıyoruz, metrolar, trenler, uçaklarda hep yan yana yolculuktayız, hastanede, pastanede iç içeyiz. Ama komşularımızla tanışmıyoruz.
Tenha ortamlarda tedirginlik duyuyor, kalabalık salonlarda, sofralarda, trafiği yoğun caddelerde, ışıklı bulvarlarda rahat ediyoruz.
Yıllar önce bir Noel akşamı Avrupa’da sokakta donakalmıştım. Herkes ışıltılı gecede ellerinde bardaklar, şişeler, gülüp eğleniyorken ev içleri hep karanlıktı. Sonra farkına vardım. Karanlığı yılbaşı çamları bekliyordu sessizce; minik ampulleri bir yanıp bir sönerken.
Küresel hayat, çılgın tüketim hevesi, hızlı ve seri akış, vahşi ego çarpışmaları, yapay zekâlar, yapay gönüller…
Kafelerde, mağazalar ve avm’lerde, parklarda ancak kalabalıklar içindeyken güven duyuyoruz. Fakat odaya girince sıkılıyor, akıllı telefonlardan, tabletlerden yine dünyaya bağlanmaya çalışıyoruz. Tek başına kalıp içindeki dünyaya dalan, tefekkür eden kimse kalmıyor giderek.
***
“Ömrünü nerede tüketeceğini biliyorsun. İçerde.” Böyle yazmıştım bir romanımda, on beş yıl kadar evvel: “İçerde açan bir çiçeksin artık. Dünya ancak içerilerden görünüyor. Bilmiyorlar.”
İçeride deyince sadece ev içini anlamak eksik olur.
Olayların iç yüzünde olmayı. Mânâların içinden bakmayı, insan yüzlerini içinden seyretmeyi kastediyordum. Ama tabii içe bakmanın da merhaleleri var. Her birimizin marifeti kabımız uyarınca.
Şeylerin dışında kalarak gerçeği bütünüyle kuşatamayacak, mesafeli ve tarafsız olmak adına yaklaşmadan bakarak dünyayı kavrayamayacak oluşumuzdan bahsediyordum. Her şeyde böyle bu.
Bütün inançlara eşit mesafede durduğunu söyleyenler, belli inancın sempatizanına önyargıyla bakma vehminden kurtulamıyor, çünkü her tarafa eşit mesafede durma ısrarının kendisi bir başka vehim olup çıkıyor.
Buradan hareketle, evet, her daim içeriden baktığını sanmak da bir yanılgı muhakkak. Çünkü her şeyin daha da içi var, içine girdikçe daha da. Niyazi Mısrî ne güzel söyler. Kitabın içi var, içi var. Hesabın içi var.
Lakin gerçeklere içerden bakmak için somut hayatımızda bazı kolaylaştıran etmenler var. İşte ev içinde olmak, evi sevmek, evde oturmak, evde çalışmak, evde üretmek, ev temizlemek, mutfakta yemek yapmak, tefekkür etmek, hayal kurmak, ibadet etmek, tesbihat yapmak, sohbet etmek, misafir ağırlamak gibi.
Ya da yalnızca içerde olmak, pencereden dışarıya bakmak. Avluya bakan bir pencere olmak. Mesela yine aynı romanda mutfağında yemek yapan bir kadının pencereden aldığı kadavra kokusunu, sokakta haber peşinde koşan kameramanların hiç duymadığını dolamıştım dilime. İçeride yaşayanlar, içinden bakanlar dünyayı daha gür işitiyorlar.
Sıradanlaşan hayatlarımız, anonim bir ritüel gibi, her birimizde fark edilme hırsı uyandırıyor. Fark edilmek için dışarıda olmak gerek. Kendi başına yapılacak bir eylem değil. Dikkat çekmek, özgün olmak, seçilmek, göze çarpmak gibi yan sanayileri var. Elbette yine dışarı atıyor bizi her tür heves, hırs, benlik şişiren arzu. Ama bir de sahiden ev içlerinde bizi bekleyenler var. Bizimle bekleyenler var.
***
Geçen gün ev içinde upuzun bir gün geçirdik. Yılların tozu birikmiş kitap sayfalarını karıştırdık. Kim bilir kaç kere daha dönmüştü dünya bu demode kapaklı modernizm eleştirilerinden beri. Kaç kere biz dönmüşüz dünyayı paralellerden meridyenlere, liberal akıntılardan vatansever iç denizlere, koylara.
Eprimiş yün çorapları ayırdık. Böyle yün kalmadı artık dediğimi hatırlıyorum. Bir ihtiyarlık alâmeti daha işte. Kravat desenleri de epey çağ atlamış yirmi yıldan beri. Yepyeni kalmış eski sandaletlerin genişleyen ayaklara bir türlü sığmaması. Yıllarca dolapta belki bir gün yeri gelir diye tuttuğumuz kimi ceket ve paltoların güveye teslim olması.
İki kişilik şemsiye. Venedik’te sağanak yağış başlar başlamaz sokaklarda peyda olan tezgâhtarlardan alınmış. Bir başka şemsiye. Rüzgârda ters dönmemesi garantili, Hollanda’da bir yarışmadan ödüllü tasarım. Taksim meydanında nasıl da ters dönmüştü diye kahkahalarla hatırladığımız.
Büyük ihtimamla alınıp taşınılan son teknoloji ürünü çadır. Yanında hamağı bile var. Neyse ki yıllarca bekledikten sonra Kapadokya bisiklet turunda içi dışına çıkana kadar kullanılmıştı. İsveç’ten Arabistan’a her iklimde arazi çekimlerinde giyilmek üzere alınmış, çekmeceden taşan termal içlikler.
Kanada’dan Türkistan’a dünyanın her yerinden alınmış son dakika valizleri. Japonya’dan taşınan porselen çay takımı, Detroit’te film çekerken alınmış bitki demleme çaydanlığı -ki hiçbir yerde istediğimiz gibisi bulunmayıp- helâk olmuş bir endüstri beldesinden çıkması!
Mutfak raflarında turşuyu, salçayı, reçeli, pekmezi bekleyeceğim derken giderek çoğalan boş cam kavanozları. Eskimeye karşı direnen baharatlar. Dünyanın bir yerinden alınmış Meksika biberi, Hint kakulesi, İran safranı, Kızılcabölük pekmezi, Nazilli tereyağı, Ödemiş patatesi, Taşköprü sarımsağı…
Evet, ev içleri bütün dünyadır. Merkezdir. Sevgili’nin beşiğidir. Misafir ile ev sahibinin birbirini ağırladığı yuvadır. Geçmişimiz ve geleceğimizdir. Gece ve gündüzü birbirinden çıkaran gönüldür. Onu temiz tutup sevmeli. Ev içi, kalbimizin aynasıdır ki cilalandıkça gerçeği gösterir, içini, içini, daha da içini…
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.