Dünya ekonomisinde önümüzdeki yıla ilişkin beklentilerin çok iç açıcı olmadığını ifade ederek başlayalım. Öyle ki hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler tarafında beklenti büyümelerin yavaşlayacağı yönünde. Öte yandan İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden bir türlü ayrılamaması ve ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşlarında hala bir anlaşmaya varılamaması gibi riskler devam ediyor.KORUMACI POLİTİKALAR VEEKONOMİ GÜVENLİĞİNasıl dünyadaki güvenlik paradigmasında 11 Eylül bir dönüm noktası olmuşsa
Dünya ekonomisinde önümüzdeki yıla ilişkin beklentilerin çok iç açıcı olmadığını ifade ederek başlayalım. Öyle ki hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler tarafında beklenti büyümelerin yavaşlayacağı yönünde. Öte yandan İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden bir türlü ayrılamaması ve ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşlarında hala bir anlaşmaya varılamaması gibi riskler devam ediyor.
Nasıl dünyadaki güvenlik paradigmasında 11 Eylül bir dönüm noktası olmuşsa Trump’ın ABD Başkanı olması da ekonomide bir paradigma değişimini başlatmış gibi görünüyor. Zira Trump öncesi ABD, liberal ekonomi, serbest piyasa, açık ekonomi ve küresel işbirliği gibi söylemleri ön plana çıkarırken artık ABD’nin politikaları tüm bunların tersine bir şekilde gelişiyor.
11 Eylül sonrası ABD Başkanları tarafından hazırlanan 5 farklı Ulusal Güvenlik Strateji belgesi var. Bunların ikisi Bush, ikisi Obama döneminde. Sonuncusunu da Trump ilan etti. Bush ve Obama dönemindeki belgelere göz atarsak ekonomi ve ekonomiye ilişkin konuların ABD’nin küresel hegemonyası için bir araç olarak kullanıldığını ve bu bağlamda belirlenen politikaların yardımcı unsuru olduğunu gözlemliyoruz. Oysa Trump dönemi ile beraber ekonominin tüm politikaların merkezine oturtulduğunu ve ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinin temelini “ekonomi güvenliği” yaklaşımının oluşturduğunu görüyoruz. Dolayısıyla ABD’nin Çin ve dünyanın geri kalanı ile giriştiği ticaret savaşları, çok taraflı ticaret anlaşmalarından çekilmesi ve ekonomik yaptırımlar ile uyguladığı ambargolar artık bir politika aracı olmaktan çıkıp politikanın kendisi olmuş durumda. Eğer bu durumu okuyamazsak, ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşının kısa vadede çözüleceğine inanmak gibi büyük bir hataya düşeriz. Ancak küresel ticaretin önüne bariyerler koyan ve dönem dönem bloke eden bu korumacı politikaların bir süre sonra “kendi kendisini tekrarlayan krizleri” tetikleyeceğini göz ardı etmemek gerekiyor. 2020 bu açıdan son derece kritik bir yıl olacak.
Eşitsizlik, bir toplumdaki bireyler ya da ülkeler arasında ekonomik refah seviyesinde farklılıklar olması durumunda ortaya çıkar. Bu refah seviyesindeki farklılıkların yükselmesi ise zaman içerisinde ciddi bir soruna dönüşebilir. Bugün tam olarak yaşadığımız bu. Her ne kadar dünya üzerindeki insanların genelinin yaşadığı hayat standardı birkaç on-yıl öncesine göre daha iyi olsa da (en azından veriler onu söylüyor) dünya eskisine göre çok daha fazla eşitsizliklerin olduğu bir hal aldı. Dahası hegemonik küresel politikaların bir çıktısı olarak kaynak zengini ülkelerdeki planlı siyasi istikrarsızlıklar bu ülkelerdeki eşitsizlikleri oldukça yüksek seviyelere getirdi. Bununla birlikte ülkeler arasındaki eşitsizliklerde de ciddi artışlar var tüm bunlar yetmiyormuş gibi küresel borç oranlarında kontrol edilemez artışlar da sistemin önünde ciddi bir soruna dönüşmüş durumda. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün son raporuna göre bu yılın ilk yarısında küresel borç miktarı 250 trilyon doları geçmiş durumda. Bu borcun 71,4 trilyon doları gelişmekte olan ekonomilerden kaynaklanıyor ki olası bir küresel krizin etkilerini tahmin etmek oldukça güç. Daha kötüsü bu rakamlar olası bir krizde IMF’nin asla yönetemeyeceği 70 trilyon civarındaki hükümet borçlarını içeriyor.
Karl Marx’ın kriz teorisi, bugünkü yerleşik düzenin yani kapitalist sistemin işleyişinden gelen bir eğilim olarak krizleri açıklamaya çalışır. Her ne kadar Marx’ın bu sisteme karşı önerdiği elle tutulan ve uygulanması mümkün olan bir alternatif olmasa da gerçekten de kapitalizm tarihi aslında kendi kendisini tekrarlayan krizlerin bir özetidir. Öte yandan bugünlerde bireysel çıkarların maksimize edilmesinin sonuçta toplumun yararına olacağı tezi üzerine kurulu serbest piyasa mekanizmasının işletilmesinin önüne engel getiren korumacı politikaların zararlarını yaşıyoruz. Ancak korumacılıktan vazgeçilsin demek piyasaları kendi haline bırakın demek değil. Zira 2008 Küresel Finansal Krizi’nin özünde nitelikli olmayan düzenleme ve denetleme mekanizmalarının olduğunu unutmamak gerekiyor. O halde dünyanın ihtiyacı olan şey; korumacılığı da önleyecek etkin düzenleme ve denetleme mekanizmalarını barındıran bir piyasa mekanizmasıdır. Dahası paradan para kazanılan finansal enstrümanlar yerine üretimi ve reel sektörü önceleyen bankacılık uygulamalarına ağırlık verilmesi gerekmektedir.