Amerikalı sporcular 40 altın, 44 gümüş ve 42 bronz madalya alarak Paris olimpiyatlarını toplam 126 madalyayla birinci bitirdiler. 2020 Tokyo, 2016 Rio, 2012 Londra ve daha önceki olimpiyatlardaki benzer tablolar, Amerika’nın olimpiyatlarda en başarılı ülke olarak öne çıktığını gösteriyor. Pekin 2008 olimpiyatlarında birinci sırayı ev sahibi Çin’e kaptıran Amerika 2004 Atina, 2000 Sidney ve 1996 Atlanta olimpiyatlarında birinci olurken 1992 Barcelona olimpiyatlarında ilk sırayı 1991’de dağılan Sovyet
Amerikalı sporcular 40 altın, 44 gümüş ve 42 bronz madalya alarak Paris olimpiyatlarını toplam 126 madalyayla birinci bitirdiler. 2020 Tokyo, 2016 Rio, 2012 Londra ve daha önceki olimpiyatlardaki benzer tablolar, Amerika’nın olimpiyatlarda en başarılı ülke olarak öne çıktığını gösteriyor. Pekin 2008 olimpiyatlarında birinci sırayı ev sahibi Çin’e kaptıran Amerika 2004 Atina, 2000 Sidney ve 1996 Atlanta olimpiyatlarında birinci olurken 1992 Barcelona olimpiyatlarında ilk sırayı 1991’de dağılan Sovyet cumhuriyetlerinin oluşturduğu Birleşik Takım’a bırakmıştı. Soğuk Savaş döneminde ise komünizmle ideolojik mücadelesinin spor alanındaki arenası haline gelen olimpiyatlarda, Amerika Sovyetler Birliği’nin baskınlığını kırmak için yarıştı. Soğuk Savaş öncesinde de çoğunlukla birinci sırada yer alan ABD’nin ilk kez gerçekleştirilen 1896 Atina olimpiyatlarından itibaren istikrarlı biçimde ilk iki sırada yer alması elbette rastlantı değil.
Amerika’nın olimpiyatlardaki başarısının sırrı, düzenli spor yapmanın yaygınlığı ve altyapı imkanlarının ötesinde özellikle yarışmacı sporcu yetiştirme kültürüne dayanıyor. Halk arasında en sevilen sporların Amerikan futbolu ve beyzbol gibi dünyada karşılığı çok sınırlı olan dallar olmasına rağmen, Amerika’nın olimpiyat sporlarında yarışacak seviyede sporcu üretmesi yarışmacı sporun yaygınlığıyla alakalı. 2022 Şubat ayında yapılan bir Pew anketine göre, Amerikan halkının neredeyse yarısı (%48) lise veya üniversitede organize yarışmacı spora katıldığını ifade ediyor. Bu oranın %39 gibi yüksek bir kısmı lisede %7’lik gibi bir kısmı da hem lise hem üniversitede yarışmacı spor yaptığını söylüyor. Amerika’nın olimpiyatlarda başarılı olan elit sporcularının büyük oranda bu %7’lik kitleden çıktığını varsayabiliriz.
İlkokuldan itibaren eğitim müfredatının ana öğelerinden biri olan takım ve bireysel sporun hem akademik hem de maddi olarak teşvik edildiği ve ödüllendirildiği bir sistemden bahsediyoruz. Ortaokuldan itibaren mezuniyet için spor yapmanın zorunlu hale geldiği bu sistemde lise seviyesindeki takım ve sporcuların özel firmaların sponsorluğu için yarıştığını görüyoruz. Nike ve Gatorade gibi birçok spor markasının yanında birçok Coca-Cola ve McDonald’s gibi dev Amerikan şirketlerinin de yarışmacı gençlik sporuna sponsor olması hem genç sporculara hedef sağlıyor hem de okulların altyapıya yatırım yapmalarına imkân tanıyor. Genç yaştaki sporcu öğrencilere şirket sponsorluğu imkanlarının açık olması, yarışmacı sporculuk üzerinden eğitim hayatının da ödüllendirilmesi anlamına geliyor.
Lisedeki atlet öğrencilerin üniversiteye giriş aşamasında da sporcu burslarından yararlanmak için yarışmaları akademik gelişimlerinin spor üzerinden gerçekleşmesine olanak sağlıyor. Diğer bir deyişle, sporla klasik akademik çalışma arasında tercih yapmak değil spor üzerinden akademide başarılı olmak mümkün hale geliyor. Öğrencilerin üniversiteye girişlerinde spor, sanat ve sosyal sorumluluk gibi akademik müfredat dışı aktivitelerinin önemli olmasının yanı sıra, atlet öğrenciler okul notları nispeten düşük olsa da spor bursuyla üniversiteye girebiliyor. Hatta üniversitelerin takım antrenörleri lisedeki en başarılı atlet öğrencileri takip ederek kendi üniversitelerine gelmeleri için tam burs teşvikleriyle ikna etmeye çalışıyorlar.
Üniversitelerin organize yarışmacı spordaki katkısı Amerika’nın olimpiyat başarısını sağlayan en temel unsur sayılabilir. Amerikalı atletlerin Paris’te kazandığı 126 madalyanın 39’unun (12 altın) Stanford Üniversitesi öğrencileri tarafından alındığını görüyoruz. Harvard, Cal, Penn State, UCLA ve diğer birçok Amerikan üniversitesinin atletlerinin olimpiyatları domine etmesi, yarışmacı sporculuğun akademinin bir parçası olduğunu ve ne kadar kurumsal biçimde desteklendiğini gösteriyor. Elit üniversitelerin yanında birçok küçük şehir üniversitesinin futbol ve basketbol takımlarının maçlarının on binlerce seyirci toplayabilmesi, üniversitelerin de spora çok ciddi yatırım yapmasını sağlıyor. Üniversite şehirlerindeki en önemli eğlence aktivitelerinden biri haline gelen spor müsabakaları tam bir ekonomik etkinlik haline geliyor. Oluşan finansal döngü sporcu öğrenci, üniversite ve özel şirketler üçgeninde dinamik bir yapı oluşmasını sağlıyor.
Bu sistemin elbette eleştirilen birçok unsuru var. Bazı öğrencilerin spordaki başarıları sayesinde akademik olarak tam da yeterli olmasa da elit üniversitelere girebildiği gibi eleştiriler mevcut. Son senelerde üniversite kabullerinde bazı spor koçlarının rüşvet alarak bazı öğrencilerin spor kontenjanından yararlanmalarını sağladıkları gibi skandallar da ortaya çıkmıştı. Yarışmacı spor dallarındaki aşırı fiziki yüklenmelerin ve yüksek başarı beklentisinin sporcuların mental sağlığını kötü etkileyebildiği de biliniyor. Örneğin, gelmiş geçmiş en iyi jimnastikçilerden biri sayılan Simone Biles, mental sağlık nedenleriyle Tokyo olimpiyatlarına katılmamıştı. Bütün bunlara rağmen, yukarıda bahsettiğim Pew anketi lise ve üniversitede organize ve yarışmacı spor yapanların %82’sinin fiziki sağlık ve özgüvenlerinin arttığını ifade ettiklerini gösteriyor. Amerika’nın genel olarak sporda özel olarak da olimpiyatlardaki istikrarlı başarısında yarışmacı spor yapmanın eğitim sistemiyle entegre biçimde hem maddi hem de manevi olarak ödüllendirilmesinin en kritik rolü oynadığını söyleyebiliriz.