İki dağ arasında

04:008/09/2024, Pazar
G: 8/09/2024, Pazar
İsmail Kılıçarslan

Şöyle olmuştur büyük ihtimalle. Küçük kardeş, denk getirdiği bir kamyonla yahut bir ciple şehir merkezine gitmiştir ilkin. Üç saati bulan bu yolculuk, sonraki safhalarda yaşayacağı yorgunluğun önsözü gibi olmuştur onun için. Şehrin otogarına gitmiş, daha önceden kararlaştırdığı şekliyle Ankara’ya giden ilk otobüse bilet almıştır. Coğrafya yeşilden sarıya döndükçe “kavuşmanın” heyecanını yaşamaya başlamış ancak “vuslata daha var” deyip gözlerini camdan dışarı dikmiş, ya tamamını ezbere bildiği mevlidi


Şöyle olmuştur büyük ihtimalle. Küçük kardeş, denk getirdiği bir kamyonla yahut bir ciple şehir merkezine gitmiştir ilkin. Üç saati bulan bu yolculuk, sonraki safhalarda yaşayacağı yorgunluğun önsözü gibi olmuştur onun için.

Şehrin otogarına gitmiş, daha önceden kararlaştırdığı şekliyle Ankara’ya giden ilk otobüse bilet almıştır. Coğrafya yeşilden sarıya döndükçe “kavuşmanın” heyecanını yaşamaya başlamış ancak “vuslata daha var” deyip gözlerini camdan dışarı dikmiş, ya tamamını ezbere bildiği mevlidi terennüm etmiş yahut hatırladığı kadarıyla Melaye Ciziri Divanı’ndan şiirler, beyitler tekrarlamıştır. İlle de “bense baştan aşağı yanmaktayım dem be dem / nasıl anlatsam bilemem aşkın hesaba gelmeyen yanlarını” beytinde durmuş, düşünmüş, beyti tekrar okumuş, tekrar durmuş, tekrar düşünmüştür.

Ankara’da vasıl olduğunda vakit akşamı aşmış olmalıdır. Namazını ikmal etmiş, karnını doyurmuş, iki top da dondurma yiyip Çanakkale otobüsüne atmıştır kendini.

Gece, tahmininden çok daha uzun sürmüştür. Vuslatın hayaliyle yanıp tutuşmuş, gözüne uykuyu bir türlü misafir edememiştir heyecandan. Aklına başka dizeler gelmiştir: “Güzellerin ve ay yüzlülerin yetmiş kilit de vursan kapısına / pencereden çıkıp her yerde gösterirler kendilerini yine de”

Çanakkale’de kışladan içeri girecekken kapıdaki asker durdurmuştur. “Başındaki takkeyi çıkar” demiştir sertçe. Ardından komutana götürmüştür onu. Komutan, demi iyi ayarlanmadığı için şerbet gibi görünen çayından içip sigarasından derin nefesler alarak şöyle demiştir: “Bir saat normalde görüşme süreniz. Ama madem bunca zahmetli bir yolculuk yaptın, bir on dakika daha veririm sana. Yalnız kuralları biliyorsundur. Ben de yanınızda olacağım sürekli. Abinle Türkçe ve yüksek sesle konuşmak zorundasın. Türkçeden başka bir dilde konuşamazsınız. İngilizce olsun, Arapça olsun, Kürtçe olsun, fark etmez. Sadece Türkçe. Üstelik, birbirinize söylediğiniz her bir kelimeyi duyacağım. Omuz başlarınızda iki askerim olacak. Birbirinizle kaş göz işareti yaparak anlaşmanız yasak. Askerler onu denetleyecek. Anlaşıldı mı?”

“Anlaşıldı” demiştir mecburen.

Feribotta komutandan izin alıp hem komutana hem de gencecik iki ere çayla tost ikram etmiştir. Bir de Bitlis tütününden eliyle sardığı sigara tellendirmiştir denize bakarak. Ağzı kıpır kıpırdır kesinlikle. İnşirah’ı İnşirah’a eklemiştir yol boyunca.

Komutan, inmeye yakın, birden aklına bir şey gelmiş gibi, küçük kardeşin abisine memleketten getirdiği eşyaları kontrol etmenin derdine düşmüştür. Peynir, bal, tereyağı, ekmek, çorap ve belki oralar bu mevsimde soğuk olur diye birkaç fanila. Ses etmemiştir komutan bu malzemelere. Küçük kardeş elbette “göz hakkıdır” diyerek adam başı birer ekmek ve bir küçük kavanoz bal ikram etmiştir. Komutan, “ben de bal işinden fena anlarım ha” diye sırıtarak kavanozu açmış, ekmeğin ucundan az kopararak baldan tatmıştır. Sonra büyük ihtimalle şöyle demiştir: “Bal neyse de, ömrüm boyunca bu ekmekten daha güzelini yemedim.”

Nihayet vuslat saati gelmiş, iki dağ birbirine nasıl kavuşursa kavuşmuşlardır birbirlerine abi ve kardeş.

Sarılma faslından sonra komutan askerlerine işaret etmiş, bir masanın etrafında tertibat alınmış, iki kardeş karşılıklı oturtulmuştur.

Önce abi sormuştur: “Molla Abdülbaki, nasılsın?” Kardeş cevap vermiştir: “Elhamdülillah Seyda. İyiyiz şükürler olsun. Sen nasılsın?” Abi cevap vermiştir bu kez: “Elhamdülillah.”

Sonra susulmuştur. Dil, aradan kalkmıştır. Abi ve kardeş, birbirlerine bakarak dili aradan kaldırmaya karar vermişlerdir. Gözlerini birbirlerinden ayırmadan öylece bakmışlardır birbirlerine.

Bu hal uzayınca komutan rahatsız olmaya başlamıştır. Bunun böyle olduğuna neredeyse eminim. Hatta, mesela bu suskunluğun on beşinci dakikasında falan “birbirinizle konuşmak için benim kalkmamı bekliyorsanız çok beklersiniz. Kalkmayacağım. Süreniz de azalıyor” demiştir. Oralı bile olmamış, komutanı duymamıştır iki kardeş. Aradan on beş dakika daha geçince komutan “konuşsanıza yahu” diyecek olmuştur ama bu cümleyi kurduğu ilk cümlenin rahatlığıyla kuramamıştır. Çünkü kardeş ile abi arasında dili reddeden bir dil olduğunu istese de istemese de fark etmek zorunda kalmıştır. Bu iki dağın arasında kardeşlik ilişkisinin çok ötesinde bir ilişki olduğunu anlaması da pek uzun sürmemiştir. Mecburen susmuş, askerlerin en başından yaptıkları gibi hayretle, hayranlıkla, büyülenmiş gibi bu iki insanı seyre koyulmuştur. Seyrettikçe bir yandan “bu kadar bakmam doğru mu?” diye geçirmiştir aklından, bir yandan da seyretmeye doyamamıştır.

Nice sonra komutan, biraz da çekinerek, “görüşme süreniz biteli çok oluyor, artık dönmek zorundayız. Hem zaten feribotu da kaçırmak olmaz. Ama isterseniz biz sizi biraz yalnız bırakalım, konuşacaklarınız vardır” diyerek askerlerine çekilme emri vermiştir. Bundan eminim. Küçük kardeş, masaya oturdukları ilk andan itibaren ilk defa olarak abisinin gözlerinin içinden gözlerini kaçırmış, komutana dönüp “lüzum yoktur, biz konuşacağımız her şeyi konuştuk” demiştir. Bundan da eminim.

O dili reddeden dili aramakla geçti ömrüm. Sesleri, harfleri, heceleri, kelimeleri, cümleleri kullanmadan konuşabilmeyi arzu ettim. Sonra anladım ki aradığım şey dili reddetmek değilmiş. Aradığımı bulmaya yaklaştığım ne varsa asıl aramam gerekenin o olmadığını anlamakla geçmiş hayatım meğer. Melaye Ciziri’nin “elinde cam kadehle mey verenim” dediği kimse onu arıyorum şimdi. Oysa aradığım o da değil, biliyorum.

#Aktüel
#Hayat
#İsmail Kılıçarslan