NTV’deki haber şöyle: “Avusturya’da IŞİD sempatizanı üç kişi yakalandı.” Bu üç kişi militan değil. Herhangi birini öldürüp öldürmedikleri, dahası herhangi birini öldürmeye niyetlerinin olup olmadığı belli değil. Ama sempatizanlar. Yani, insan öldürmekle meşhur ve maruf bir terör örgütünü seviyorlar. Dolayısıyla tutuklanmışlar. IŞİD’in canı cehenneme elbette. Biz kurmadık, biz desteklemedik, prodüksiyonlarını biz gerçekleştirmedik. Emir aldıkları yerler ne söyledilerse harfiyen yaptılar, yapmaya
NTV’deki haber şöyle: “Avusturya’da IŞİD sempatizanı üç kişi yakalandı.”
Bu üç kişi militan değil. Herhangi birini öldürüp öldürmedikleri, dahası herhangi birini öldürmeye niyetlerinin olup olmadığı belli değil. Ama sempatizanlar. Yani, insan öldürmekle meşhur ve maruf bir terör örgütünü seviyorlar. Dolayısıyla tutuklanmışlar.
IŞİD’in canı cehenneme elbette. Biz kurmadık, biz desteklemedik, prodüksiyonlarını biz gerçekleştirmedik. Emir aldıkları yerler ne söyledilerse harfiyen yaptılar, yapmaya da devam ediyorlar. Hepsi bu.
Ama diyeceğim o değil. İnsan bu dünyanın, Avusturya’da IŞİD sempatizanlarının yakalandığı, Amerikan kongresinde patates suratlı Siyonist kölelerinin avuçlarını patlatırcasına soykırım suçlusu olduğu bütün evrenin malumu olan Netanyahu’yu alkışladığı dünya olduğunu biliyor ya. Asıl sorun bu işte.
“Dünya böyle” deyip geçelim yine de. Yoksa yaşamaya niçin devam ettiğimizle ilgili bir cevap kalmayacak elimizde.
Cebimizdeki adreslerde herhangi bir umut, herhangi bir umudun kırıntısı kalmış gibi yaptım değil mi?
Ama şu var: Belki de sorun, cebimizde umudumuzu bağlamak istediğimiz adresler taşımamızdadır. İdeolojilerin, liderlerin, duyguların, gerçeklerin, gerçek üstü durumların, insanların, olayların bize umut olabileceğine dair yanlış bir inanç geliştirmiş ve hayatımızı bu yanlışa göre kurgulayıp yaşıyoruzdur belki de.
“Umudunu Allah’tan gayrısına bağlayanın sonu hüsrandır” denildiğini sürekli unutuyoruz çünkü unutmak mayamızın bir parçası.
Burayı unutalım iyisi mi.
Bir Şemail kitabı geçti elime. Efendimiz (s.a.v.)’in bedensel ve davranışsal alışkanlıklarının anlatıldığı iyi bir kitap. O kitaptan öğrendiğim bir şey var. Medineli köleler ve hanımlar sabah namazından sonra ellerinde su dolu kaplarla gelirler, sıraya girerler, Efendimiz (s.a.v.) de parmaklarını o sulara bandırırmış. Medinelilerin müşrikleri bile, o parmakların dokunduğu suyun tadının değiştiğini, kar şerbetine benzediğini, o dokunuşun sularını bereketlendirdiğini bilirmiş. Ümmü Seleme annemiz, Efendimiz (s.a.v.) uyurken onun ter tanelerini bir şişeye doldurur, sonra da o damlaları kokularına, tütsülerine karıştırır ve şöyle dermiş eşine: “Ey Allah’ın Resulü. Senin terini kokularımıza karıştırıyoruz, böylelikle dünyanın en güzel kokularını elde ediyoruz.”
Durmayın. Aklın emrettiğini söyleyin. “Iyy” deyin mesela. “Başkasının parmağının dokunduğu suyu içmek mi?” deyin. “Ter katılınca koku niçin güzelleşsin?” diye sorun. Her şeyin akla uygun olmasının düpedüz delilik olduğunu unuta unuta yaşayıp gidin ve sonunda anlayın ki her şeyin akla uygun olması düpedüz deliliktir.
Burayı unutmayalım iyisi mi.
“Dünyada rahat yoktur” hadis-i şerifi düşüyor aklıma nicedir. İnsanın dünyada rahatı arayıp durduğunu, tam “buldum” derken aslında rahatının kaçmış olmasından başka bir sonuca ulaşamadığını elbette biliyorum nicedir.
Ama bu sefer başka. Bu sefer bu hadis aklıma her düştüğünde “başka bir yorumu da olmalı” diyorum kendi kendime. Belki “rahat olmamakla ilgili” bir emir barındırıyordur içinde bu hadis. Yani, “dünyada rahat yoktur” demek aynı zamanda “sürekli hazır olda bekle ki dünyayla arandaki ilişkiyi dünya kazanmasın” cümlesidir hadisin bir yorumu da.
Dünyanın kazanmasına her seferinde müsaade edip ardından mızmızlandığımız bir yerde buluyoruz hep kendimizi. Böyle olmuyor mu?
Böyle oluyor.
Burayı hiç unutmayalım iyisi mi. “Unutmayalım” dediğimiz her şeyi hep unuttuğumuzu bile bile tekrar söyleyeyim: Burayı hiç unutmayalım iyisi mi.