* “Medeniyetler Savaşı” Türkiye’de durduruldu! * Ayasofya açılışı, Erdoğan’ın Kur’ân okuması: Jeopolitik akıl, güç yükselişi, bilgelik.

04:0027/07/2020, Pazartesi
G: 27/07/2020, Pazartesi
İbrahim Karagül

Otuz yıl önce, Sovyetler dağıtıldıktan hemen sonra, Batı için yeni bir “düşman” ilân edildi. Yüzlerce yıldır dünyayı yöneten Atlantik Ekseni, dünya egemenliğinin önünde yükselen bir “tehdit” tanımladı. Bu; yükselen, bilinçlenen Müslüman dünya ve İslâm’dı..Önce bütün ülkelere terörle mücadele doktrinleri dayattılar. “Terör Çağı”na karşı her ülkeyi seferber ettiler. Dikkatle bakanlar, terörün Soğuk Savaş dönemi kadar bile olmadığını görüyorlardı ama kimse bu güçlü siyasi söyleme karşı bir şey diyemiyor,

Otuz yıl önce, Sovyetler dağıtıldıktan hemen sonra, Batı için yeni bir “düşman” ilân edildi. Yüzlerce yıldır dünyayı yöneten Atlantik Ekseni, dünya egemenliğinin önünde yükselen bir “tehdit” tanımladı. Bu; yükselen, bilinçlenen Müslüman dünya ve İslâm’dı..

Önce bütün ülkelere terörle mücadele doktrinleri dayattılar. “Terör Çağı”na karşı her ülkeyi seferber ettiler. Dikkatle bakanlar, terörün Soğuk Savaş dönemi kadar bile olmadığını görüyorlardı ama kimse bu güçlü siyasi söyleme karşı bir şey diyemiyor, fırtınaya direnemiyordu.

Bazı Müslüman ülkeler, ABD ve Avrupa için harekete geçiyor, Batı için tehdit oluşturabilecek “İslâmcı teröristler”e yönelik operasyonlara bile katılıyorlardı.

“Terör Çağı”, “İslâm tehdidi”.. Zihinler böyle formatlandırıldı.

Oysa “terör çağı” ilân edenler, “İslâm tehdidi” tanımlaması yapanlar terörün de patronlarıydı. Hem terörü hem terörle mücadele söylemini aynı merkezlerden yönetiyorlardı. Bu amaçla; güvenlik, diplomasi, ekonomi, siyaset ve entelektüel bir koordinasyon kurulmuştu.

Bir zihin şekillendirilmiş, milyarlarca insanın düşüncesi formatlanmıştı.

Mesele hiçbir şekilde terör değildi. Müslüman dünyayı, Osmanlı dağıldıktan sonra ikinci kez dizayn etmeye, paylaşmaya ayarlı, ekonomik, jeopolitik hesaplar yapılmıştı.

Ülkeler buna göre yeniden dizayn ediliyor, iktidar yapısı dönüştürülüyor, onlar üzerinden yeni stratejik tanımlamalar yapılıyordu. Müslüman devletlerin hemen tamamı Batı’nın küresel hâkimiyeti için cepheye sürülüyordu.

Ne acı ki; cepheye sürülen ülkelerin hiçbiri aslında bu savaşın kendi ülkelerine, milletlerine, vatanlarına karşı olduğunu anlayabilecek bilinçte değildi. Çünkü güç alanı, güç haritası düşünceyi, kimliği, ülkelerin kendine ve dünyaya bakışını da şekillendiriyordu.

Birçoğu kendi halklarına karşı savaşarak, Batı’nın gözüne girip iktidar satın alıyordu. Türkiye için 28 Şubat böyle bir karanlıktı. Koca ülke, İsrail aşırı sağı ve Neoconların İslâm’a yönelik hezeyanlarına teslim edilmişti.

11 Eylül, yeni Haçlı Seferi ve medeniyetler çatışması

En son terör New Yok ve Washington’ı vurduğunda (ki, bu alan hâlâ kapkaranlık) o küresel tez çerçevesinde topyekûn istilanın önü açıldı. Önce Afganistan sonra Irak işgal edildi. Müslüman ülkelerin çok azı buna cılız itirazlar yükseltebildi.

Çünkü öyle bir zihin kuşatması vardı ki, ses çıkaranlar anında bitiriliyordu. Bunu; Irak işgaline karşı çıkan gazetecilerin yaşadığı mağduriyetleri yaşayanlardan biri olarak söylüyorum. Müslüman entelektüeller bile, Batı’nın bu projesi için seferber olmuş, buna itiraz edenleri küçümsüyordu.

Dönemin ABD Başkanı George W. Bush; işgalleri “Haçlı Seferi” olarak niteledi ve bir “medeniyet savaşı” olarak tanımladı. Bu tanımlamalarla; İngiltere eski Başbakanı Margaret Thatcher’ın “Batı komünizmi yendi, İslâm’ı da kontrol altına almayı bilecek” cümlesinin ikinci aşamasına geçilmişti.

1990’dan önce Sovyetlerle, sonra kendimizle savaştık. Vatansızlaştırma her yerde!

1990’dan önce Müslüman dünya Sovyetler Birliği’ne, o tarihten sonra da Müslümanlığa, İslâm’a, kendi milletine ve kendi vatanına karşı konumlandırılmıştı.

Siyasi tarihi, coğrafyanın tarihini, kadim şehirler tarihini, Müslüman dünyanın geçmişini, Türkiye’nin bu coğrafyadaki yüz yıllarını bilenler için bu bir karanlık çağın başlangıcı gibiydi.

Müslüman ülkeler harabeye çevriliyor, şehirler yok ediliyor, milletler mikro-milliyetçilik ve şehir devletlerine bölünüyor, kitleler vatansızlaştırılıyor, İslâm’ın ve Müslümanların kutsalları çiğneniyor, milletlerin gururu ve kimliği eziliyor, her ülkede işkence merkezleri kuruluyor, Müslüman gençler kaçırılıyor, esir ticareti yapılıyor, okyanuslarda yük gemilerinden cezaevleri açılıyordu.

Son otuz yılın Haçlı Seferleri

Batı, Atlantik Ekseni, sömürgecilik döneminden beri dünyayı yönetenler, yeni bir küresel düzen kurmak için Müslümanları tarih dışına itmeye dönük amansız saldırılar yürütüyordu.

Bunları yaparken de Müslüman devletlerin, Müslüman aydınların önüne kırıntılar atıyor, onlarla oyalanmasını istiyor, onların doğrularını ve yanlışlarını bu şekilde belirliyordu.

Bu, 1. Dünya Savaşı sonrası coğrafyamıza dönük en büyük saldırıydı. Osmanlı’yı paramparça eden o savaşın bize yönelik bölümünü hep bir “Haçlı Savaşı” olarak gördüm.

Son otuz yıldır devam eden istilâlar ve yıkımlar zinciri de bana göre Haçlı Savaşı’dır. Çünkü bu kapsamlı müdahalelerin zeminini İslâm, Müslümanlar ve medeniyet oluşturuyor.

Batı’nın Türkiye için bir başka planı vardı.

Ancak Batı, Müslüman dünya ile savaşını, küresel ölçekte güç kaymaları yüzünden yürütemez oldu. Vazgeçmediler, yavaşladılar sadece. İşte bu güç kaymasını en iyi anlayan, ölçen, harekete geçen ülke Türkiye oldu.

Başka türlüsü de zaten mümkün değildi. Çünkü bu ülke, yüz yıllardır tarihi ve coğrafyayı değiştiriyordu.

Bu yüzden, Türkiye için bir başka planları daha vardı. Siyasi tarihini, “coğrafya gücü”nü çok iyi biliyorlardı. Yüz yıl önce uyuttukları bu ülkenin bir daha uyanmaması için ardı ardına müdahale edeceklerdi. Ettiler de..

Türkiye’den başka hiçbir ülke, Atlantik’ten Pasifik’e uzanan geniş coğrafyayı kaplayan Müslüman toplumları harekete geçirme gücüne sahip değildi. Bu yüzden kontrol altında tutulmalı, durdurulmalı, engellenmeliydi.

İslâm’la savaş “Türkiye’yi Durdurma” tezine dönüştü Ama beklenmedik bir şey oldu!

“İslâm’la savaş” doktrini hızla “Türkiye’yi durdurma tezi”ne dönüşüyor, “İslâm’la savaş” için yapılan planlar, “Türkiye’yi durdurma”ya dönüştürülüyordu. İslâmofobi, Turkofobi’ye dönüştürüldü. 15 Temmuz bu müdahalelerin zirvesiydi.

Ama beklenmedik bir şey oldu. Türkiye çok hızlı, kararlı, cesur, bilgelikle yönetilen bir aklı harekete geçirdi.

Önce içerideki vesayet çevrelerini tasfiye etti. Devlet iktidar alanını millileştirdi. Siyasi, toplumsal, kültürel bütün alanlara yönelik yeni bir bilinç, idrak, güç kazandı. Bu yönde bir toplumsal dalga oluşturuldu.

Hemen ardında Türkiye’ye yönelik çevreleme alanları hedef alındı. Birer birer etkisi kırıldı, Türkiye’nin nüfuz alanı genişletildi. Artık bu ülke Anadolu sınırlarının sıfır noktasından savunulmayacaktı. Coğrafyanın derinliklerinde savunma hatları kurulacaktı.

Türkiye söylemi, Türkiye etkisi, Türkiye ekseni dalga dalga bütün coğrafyaya yayılır oldu. En güçlü siyasi söyleme dönüşür oldu. Basra Körfez’inden Kafkaslar’a, Kızıldeniz’den Ege’ye bir Türkiye dalgası güç kazanıyordu.

Bu, Selçuklu, Osmanlı, Cumhuriyet devletler sürekliliği üzerine kurulan bir akıldı. 1. Dünya Savaşı yeni bitmişti ve yükseliş dönemi başlıyordu.

Ayasofya’nın açılması budur. Erdoğan’ın Kur’ân okuması, Dirilişin, yükselişin ilânıdır!

Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesi bu demektir. Siyasi tarihin hem sembol hem güç hem jeopolitik aklı, hem bilinci her şeyin harekete geçirilmesinin sonucudur.

Batı’nın “medeniyetler savaşı” adı altında Türkiye ve Müslüman dünyayı tarih dışına itme planları çökmüştür. O savaş, o yıkım Türkiye’de durdurulmuştur. Tıpkı Haçlı Seferlerinin Anadolu’da durdurulması gibi.

Bu aklın, bu hareketin, bu yürüyüşün öncüsü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ayasofya’da Kur’ân okuması, Batı’nın İslâm medeniyetini, Türk gücünü, coğrafya zenginliğini bir yüz yıl daha susturma planlarını tersine çevirmiştir.

Yok etmek istedikleri medeniyet dirilişe, yükselişe geçmiştir. Bu, siyasi tarihte en büyük olaylardan biridir.

#Ayasofya Camii
#Diriliş
#Türkiye
#Batı
#Avrupa