Madem kavga başladı meseleyi en baştan ele alalım

22:447/02/2021, Pazar
G: 8/02/2021, Pazartesi
Hüseyin Likoğlu

Boğaziçi Üniversite’nde rektör ataması bahanesiyle birkaç haftadır devam eden olaylar, meselenin hem üzerini örtüyor, hem de meselenin özüne inme fırsatı sunuyor. Türkiye’de hem vakıf hem de devlet üniversitelerinin rektörlerinin nasıl atanacağı açıkça kanunlarda yer alıyor. 15 Temmuz’dan sonra da bütün rektör atamaları, belirtilen kurallara göre gerçekleşti. Söz konusu kurala göre atanmayan tek rektör yok.Durum böyle iken, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki olayların perde gerisinde ne var. Bir iş adamı,

Boğaziçi Üniversite’nde rektör ataması bahanesiyle birkaç haftadır devam eden olaylar, meselenin hem üzerini örtüyor, hem de meselenin özüne inme fırsatı sunuyor. Türkiye’de hem vakıf hem de devlet üniversitelerinin rektörlerinin nasıl atanacağı açıkça kanunlarda yer alıyor. 15 Temmuz’dan sonra da bütün rektör atamaları, belirtilen kurallara göre gerçekleşti. Söz konusu kurala göre atanmayan tek rektör yok.

Durum böyle iken, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki olayların perde gerisinde ne var. Bir iş adamı, kendi cebinden finanse ettiği özel üniversitesine rektör atanırken bile devletin bu kuralına riayet ediyor, ancak Boğaziçi Üniversitesi devlet üniversitesi olduğu halde, bütün giderleri devlet bütçesi tarafından karşılandığı halde, ‘Ben kuralı tanımam’ diyebiliyor.

Peki, Boğaziçi Üniversitesi’ni özel üniversiteden bile daha imtiyazlı kılan durum nedir. İşte asıl mesele bu. Önceki gece Cumhuriyet gazetesi “ABD Boğaziçi’ne el koyabilir” diye bir paylaşım yaptı ve kısa süre sonra bu paylaşımı sildi. ABD’nin Boğaziçi’ne el koyma ihtimalinin kaynağı ne: Boğaziçi Üniversitesi’nin üzerinde bulunduğu arazi şartlı bir şekilde devredilmiş Türkiye Cumhuriyeti devletine.

Kiminmiş burası… Osmanlı zamanında elde edilen imtiyazlarla Türkiye’ye okul açan Amerikalılarınmış. Yani Boğaziçi’nin özel üniversitelerden daha imtiyazlı olması, kapitülasyonlarla elde edilen imtiyaza dayanıyor. Osmanlı yıkıldı, yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti kuruldu, ama birilerinin imtiyazı 2021 yılında da devam ediyor.

Madem kavgaya tutuştuk, o halde meseleyi en baştan ele alalım. İsterseniz 1800’lerin başından, isterseniz Lozan’dan, isterseniz 1947’de Türkiye ile ABD arasında imzalanan ‘anlaşma’dan başlayalım. Aksi takdirde bu kavga bitmez, bu sorun çözülmez.

1800’lerin başında Osmanlı coğrafyasına gelen misyonerler binlerce okul açtı. Bu okullar Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışında büyük roller üstlendi. Kurtuluş Savaşı’nın ardından Lozan’da kurulan ‘Barış Masası’nda bu yabancı okullar ana sorunlar arasında yer aldı. Lozan’da bu okulların kapatılması için gücümüz yetmedi ama Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu ile zapturapt altına alındı ve zamanla bu okulların sayısı azaldı, misyonerlik faaliyetlerini açıkça yapamaz hale geldi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni dünya düzeninde ABD eğitim yoluyla yeni bir tahakküm kurmayı başardı. 1947 yılında Türkiye ile yapılan eğitim anlaşmasıyla bu tahakkümünü pekiştirdi. 1963 yılında Barış Gönüllüleri adı altında ABD’li ajanlar İngilizce öğretmeni sıfatıyla okullarımızda cirit attı.

Boğaziçi üzerinden başlatılan fırtınada gemimizi sağ salim limana yaklaştırmak istiyorsak, yaşananlara bu perspektifle bakmamız lazım. Mesele sadece rektör seçimi veya sadece Boğaziçi Üniversitesi değil, mesele, 200 yıl önce elde ettikleri imtiyazla kurdukları tahakkümün ortadan kalkma ihtimalidir. Bunun için topyekûn direnişe geçtiler.

FETÖ ile mücadele milli ve dini görevimizdir

-Yeni Şafak gazetesi olarak geride bıraktığımız haftada çok önemli iki manşete imza attık. Manşetlerden birisi, generalliğe yükseltildikten sonra FETÖ’cü olduğu anlaşılınca emekli edilen Serdar Atasoy konusu, ikincisi ise Birlikte Dağıtım’ın katkılarıyla hazırlanan “Alamut’tan Pensilvanya’ya Haç’a Adanmış Ruh” isimli kitapçığın haberleştirilmesi.

-Her iki konu, Fetullahçı terör örgütü ile mücadelenin milli ve dini görevimiz olduğunu gözler önüne seriyor. 15 Temmuz’un üzerinden yaklaşık 5 yıl geçmesine rağmen ordumuzda hâlâ general düzeyinde FETÖ’cülerin var olması milli bekâmız için tehlikenin boyutunu gösteriyor. “Haç’a Adanmış Ruh” başlıklı çalışmaya baktığımızda Fetullahçı terör örgütünün elebaşının, dinimizi nasıl hedef aldığını net bir şekilde ortaya koyuyor.

-2020 Ağustos’unda general olup Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na atanan Serdar Atasoy için “Bu adamı kim koruyor” diye sorduk. Bu soru sadece Atasoy için sorulan bir soru değil, bu soru sadece son dönem için sorulan bir soru değil, bu soru sadece bir kurum veya kişi kastedilerek sorulan bir soru değil.

-Fetullahçı terör örgütünün kurulduğu 60’lı yıllardan beri bir koruma kalkanı ve ağı var. Bu ağ hâlâ aktif ve işlevini sürdürüyor. 1980 darbesine günler kala elebaşı Gülen, sağlık raporu alıyor. Raporlu iken, darbe gerçekleşiyor. Darbecilerin aradıkları arasında Fetullah Gülen de var ama ne hikmetse hiç bulunamıyor.

Üstelik 12 Eylül yönetiminin astığım astık, kestiğim kestik döneminde Gülen, il il geziyor, tekrar rapor alıyor ve yine aynı dönemde Diyanet’ten istifa ediyor.

-1986 yılında Fetullahçı askeri öğrenciler, soru hırsızlığı dolayısıyla yakayı ele veriyor, soruşturma açılıyor. Göstermelik birkaç ihraç dışında soru çalanlar askeri liseyi bitiriyor, harp okulunu bitiriyor, Atasoy örneğinde olduğu gibi Fetullah’ın elinden teğmen rütbesi alıyor. Soru çalmaya devam edip kurmay oluyor. Ve 15 Temmuz’da general rütbesiyle darbeye kalkışıyor.

-Bu arada Serdar Atasoy’a Fetullah Gülen teğmen rütbesi takarken, TSK’nın komuta kademesi tam kadro 28 Şubat MGK toplantısı için sunum hazırlıyordu. Dolayısıyla “Kim korudu” sorumuz geniş zamanlı bir sorudur ve bir kişi veya bir kurumun ötesinde, geniş bir koruma ağını kapsayan bir sordur.

-15 Temmuz’un üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen hâlâ böyle durumlarla karşılaşıyorsak, yapmamız gereken en önemli şey, Fetullahçı terör örgütünü koruyan, kollayan ve kullanan ağı bulmak olmalı. Bu ağı tespit edebilirsek, sorularımızın hepsine cevap bulabiliriz.

#Boğaziçi