İslâmî ilimlerde iyi yetişmemiş veya yolunu sapıtmış bazı kimseler İslâm bilgisinin kaynakları ve ona ulaşma usulü konusunda ipe sapa gelmez şeyler söylüyor ve yazıyorlar. En uçta “Kur’ân da yeniden yazılabilir” diyenler var, sonra “Bu olmaz ama Kur’ân’ın sözlü ifadesi değil bu ifadelerin arka planında yer alan amaç esastır” diyenler, “Kur’ân âyetleri belli bir coğrafya ve zaman dilimine hitap eder, zaman ve mekân değişince bu âyetler geçerli olmaz, maksada göre hükme ve bilgiye ulaşmak gerekir”
İslâmî ilimlerde iyi yetişmemiş veya yolunu sapıtmış bazı kimseler İslâm bilgisinin kaynakları ve ona ulaşma usulü konusunda ipe sapa gelmez şeyler söylüyor ve yazıyorlar. En uçta “Kur’ân da yeniden yazılabilir” diyenler var, sonra “Bu olmaz ama Kur’ân’ın sözlü ifadesi değil bu ifadelerin arka planında yer alan amaç esastır” diyenler, “Kur’ân âyetleri belli bir coğrafya ve zaman dilimine hitap eder, zaman ve mekân değişince bu âyetler geçerli olmaz, maksada göre hükme ve bilgiye ulaşmak gerekir” diyenler, “Kur’ân âyetleri mecazdır, bunlardan hakikate ulaşabilmek için yabancı kültürlerde ve diğer dinlerde kullanılan yorum yöntemleri kullanılmalıdır…” diyenler var.
Var oğlu var da, bu yoldan sahih bir İslâm bilgisine ulaşmak ve onu yaşamak mümkün olmadığı için İslâm uleması terkibinin işaret ettiği ümmetin muteber ilim adamlarının haklı olarak bunlara itibar ettiği de yok. Ulema, İslâm bilgisini önce kadim akaid, tasavvuf, fıkıh kaynaklarında arıyorlar, bunlarda bulamazlarsa ve kendileri yeterli donanıma sahip iseler önce yine kadim kaynaklardaki bilgiden hareketle çözüm arıyorlar, bu da yetmediğinde içtihat ediyorlar. Son zamanlarda içtihadın âlimler topluluğu tarafından yapılması kabul edilmiş gibi görünüyor. Elbette her bir yetişkin âlim gerektiğinde içtihat edecektir, ancak âlimlerin bir araya gelerek içtihatlarını müzakere etmeleri ve mümkün olduğunca ortak bir içtihatta karar kılmaları tavsiye ediliyor ki, ümmete yönelik kararlar ve fetvalarda bu usulün sağlıklı olacağını ben de söylüyorum.
Yazıya giriş mahiyetinde bu satırlardan sonra asıl diyeceğime geleyim:
Evet bin sene, beş yüz sene, iki yüz sene önce de yazılmış fıkıh kitaplarından istifade etmek gerekli ve faydalıdır; yeter ki, bunlar Kur’ân gibi okunmasın, yazanların beşer oldukları, yanılabilecekleri, ihtilâflarından da bunun anlaşıldığı, ayrıca içtihadın ve yorumun zaman içinde değişebileceği, ehli tarafından ortaya konmuş bulunan içtihatların (mezheplerin) tamamının İslâm bilgisi ve ümmet için bir rahmet olduğu unutulmasın, taassuba ve tefrikaya yer verilmesin!
Bu yazdıklarımı üç konu ve birkaç fakih üzerinden örneklendireceğim.
*Vakıflardan veya Hazineden maaşlı görevlerin babadan oğula intikali,
*Sigaranın hükmü,
*Ulü’l-emrin hüküm ve yasak koyma ve kaldırma yetkisi.
*Ebü’l-İhlâs Hasen b. Ammâr b. Alî eş-Şürünbülâlî el-Vefâî el-Mısrî (ö. 1069/1659),
*Haskefî (1088/1677),
*İbn Âbidîn diye meşhur olan Muhammed Emin (v. 1252/1836).
Bu fakihlerin konumuz üzerindeki görüşlerini İbn Âbîdîn’in Raddu’l-Muhtâr isimli esrinin internet nüshasından sayfa ve cilt vererek özetleyeceğim.
Ebü’l-Hasen Ebü’l-Usr Fahrü’l-İslâm Alî b. Muhammed b. el-Hüseyn b. Abdilkerîm el-Pezdevî’nin (ö. 482/1089) el-Mebsût isimli eserinden naklediliyor:
İslâm’ın izzetini korumak ve hakkını yerine getirmek için imamlık, müezzinlik vb. İslâm’a ve Müslümanlara faydası olan vazifeleri ifa edip Hazineden maaş alanlar öldüklerinde bunların, aynı vazifeleri hakkıyla ve İslâm’ın lehinde olarak yerine getirecek oğulları varsa İmam (Halife) vazifeyi bu çocuklara verir ki, hem maksat hasıl olsun hem de çocukların kalpleri tamir edilmiş olsun.
Pezdevî, Selçukluların (1040-1308) ilk dönemlerinde yaşamıştır. Aradan asırlar geçiyor, âlimlerin babaları ile oğulları arasındaki ahlâk ve ilim seviyesi değişiyor ve Osmanlıların sonlarına doğru yaşayan İbn Âbidîn şu farklı görüşü ileri sürüyor:
Hükümler dayanak ve gerekçelerine bağlıdır. Eskilerin bu hükümlerinin dayanağı ve gerekçesi âlimlerin çocuklarının ilim tahsil etmelerine yardım etmek ve halef-selef ilim halkasını canlı tutmaktır. Oğul, ilim ve ahlâkta babanın yolunu tutarsa bu hükmün yerindeliği açıktır. Ama bizim zamanımızda olduğu gibi âlimlerin çocukları ilim ile değil oyun ve eğlence ile meşgul olup bu vazifeleri ihmal ederlerse veya âlimleri az bir meblağ ile vekil kılar, geri kalanını nefsânî arzularına sarf ederlerse bu vazifeleri onlara vermek helâl olmaz; çünkü bu takdirde âlimlerin hakkı verilmemiş olur ve kendilerini ilme vermek için faydalanacakları gelirden mahrum edilmiş olurlar. Bu durum zamanımızda işte bu hale gelmiştir.
Mescitlerin, medreselerin ve vazifelerin vakıfları cahillerin eline düşmüştür. Bunlar dinin farzlarını bile bilmiyorlar, babanın ekmeği oğula aittir diyerek vazifelere varis oluyorlar, vakıf gelirlerini yiyorlar, ne vazifeleri yapıyorlar ne de vekaleten yaptırıyorlar. Hepsi dört ayaklılar gibi cahiller, bu gelirler ile kürklerini ve sarıklarını büyütüyorlar, bulundukları yerlerde başa geçiyorlar, öyle ki bu yüzden birçok medrese ve mescit kapandı, birçoğu ev, bağ ve bahçeye dönüştü. İlimle meşgul olmak isteyenler vazife ve geçimlik bulamadıkları için ilimden başka şeylerle meşgul olmaya yöneldiler. Zamanımızda şöyle bir olay gerçekleşti: Bir vazifeli vefat etti, oğlu ondan da cahil idi, vazife Dimaşk’ın en âlim iki şahsına verildi, bu cahil oğul rüşvet vererek bu kişileri azlettirdi ve vazifeyi aldı.
Bu vazifeler cahillerin cahil çocuklarına verilince ilim ve din zarar görüyor ve Müslümanların zarar görmelerine yardımcı olunuyor. Yöneticilere farz olan bu vazifeleri ehil olanlara vermek ve ehil olmayanların ellerinden almaktır. Şüphe yok ki, akarları vakfedenlerin maksadı vazifelerin hakkıyla ifasının sağlanmasıdır; bunu sağlamak yerine zayi etmek hem Allah’ın hem de vakfedenin maksadına ters düşer (16/242).
(Gelecek yazıda ikinci konu: Sigara).