Sayın Özler ne diyordu?
Sayın profesörün bu ifadesinden anladığım şudur: Dün Y. İslam Enstitülerinden bugün de İlahiyat Fakültelerinden mezun olup İslam Hukuku (fıkıh) dalında ihtisas yapmış ilim adamları İslam Hukukçusu olamaz; olabilmelerinin şartı ayrıca Hukuk Fakültesi mezunu olmalarıdır.
Müslümanların tarihinde fukahâ (fıkıh alimleri ki İslam hukuku da fıkha dahildir veya ğalat-ı meşhur olarak fıkhın bütününe de bu ad verilmiştir) medreselerden yetişirdi; fıkıh öğretimi medreselerde yapılır, iftâ (fetva vermek, müftülük) ve kazâ (yargı) adamları da bu medreselerden mezun olurlardı; yani icazet alırlardı. Bu medreselerde, yabancı kanunların iktibas edilmeye başlandığı zamana kadar hukuk adına yalnızca fıkıh ve fıkıh usulü okutuldu, başka bir hukukun füru’u ve usulü okutulmadı. Şimdi Ebu Hanife, ddiğer mezheb imamları, Ebüssu’ud, Zenbilli, Büyük Haydar Efendi… yabancı hukuk ve usul okumadıkları için fakih (İslam hukukçusu) sayılmayacaklar mı?
Gayr-i müslim dünyanın hukuk mevzûâtı kısmen ondokuz ve yirminci yüzyılda iktibas edilmeye başlandı, işte bu tarihten sonra kurulan ve hedefi hakim vb. yetiştirmek olan meselâ medresetü’l-kudât’ta, yabancı menşe’li kanun ve hukuk bilgisi de programa girdi. Bu tarihte ve sonrasında da fıkıh (İslam hukuk alimi) olabilmek için yabancı menşeli hukuk okumak şartı yoktu.
Şu halde Sayın Özler’in birinci şartı geçerli değildir; İslam hukuku dalında ihtisas yapmış kimselerin diğer hukuk sistemleri hakkında da bilgi sahibi olmaları faydalıdır, ama bu fakih olmanın şartı değildir. Onun ikinci şartı ise yerindedir; evet, bugün Hukuk fakültelerinden mezun olanlar İslam Hukuk dalında doktora yapmadıkça “İslam Hukukçusu” olamazlar ve İslam Hukuk alanında iddialı söz söyleyemezler; söylemeleri yasak değildir, ama haddini bilmemek olur ve çok kere hata ederler. Bu sebeple hiç vakit geçirmeden Hukuk fakültelerinde İslam Hukuk Anabilim dalları açılmalı ve doktora programlarına imkan verilmelidir.
“…ve çok kere hata ederler” dedim ya işte size sayın Özler’den bir örnek:
Daha önceki bir yazısında şöyle diyor:
“Yukarıdaki tanımdan anlaşılacağı üzere haram koymaya ancak “şâri-i mübîn”, yani Allah yetkilidir. Sigara veya tütünün haram olduğuna dair bir ayet yoktur. Sigaranın haram olduğunu savunanlar da sigara veya tütün anlamına gelen bir kelimenin Kur’an-ı Kerim’de geçmediğini kabul etmektedirler.O hâlde sigara içilmesi şâri-i mübin tarafından haram kılınmamıştır. İslâm hukukunda Allah’ın haram kılmadığı bir şey mübahtır… Bu ilkeye göre, bir şeyin veya fiilin helâl veya haram olup olmadığında tereddüt edilirse o fiilin veya şeyin helâl olduğu varsayılır. Haram olduğunu iddia eden kişi ona kat’i delil getirmek mecburiyetindedir. Şâri-i mübin tarafından haram kılınmamış bir şey haram değildir. Bir şeyin veya bir insan davranışın haram kılınması ancak açık bir ayet ile mümkündür. Sigara ne kadar zararlı olursa olsun, sigara konusunda bir ayet yoktur. O hâlde sigara içmek haram değildir.”
Hemen başta hatırlatayım: İslam hukukunda hükmün kaynakları (edille-i şer’iyye” dörttür; Kitâb, Sünnet, İcmâ ve Kıyas. Haram hükmü dahil bütün hükümler bu dört delile dayanır, yalnızca Kur’an’a değil.
“Bu ilkeye göre, bir şeyin veya fiilin helâl veya haram olup olmadığında tereddüt edilirse o fiilin veya şeyin helâl olduğu varsayılır.” Cümlesi de yanlıştır. “Tereddüt edilirse değil, haram veya mekruh hükmüne bu dört kaynakta delil bulunamazsa mübah sayılır” olacak. Ayrıca bu kural da tartışmalıdır.
Eğer bir şeyin hükmünde tereddüt veya tartışma çıkarsa ne yapılacak?
Allah Teâlâ bu sorunun cevabını gönderdiği Kitabında vermiş:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz –Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız– onu, Allah’a ve Peygamber’e götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir.” Nisâ: 4/59).
“Bir hususta anlaşmazlığa düşmek” Allah ile mümin kulları arasında olamaz, Resûlullah ile ümmeti arasında da düşünülemez. Geriye yönetici, yönetilen, bilen, soran... şeklinde ümmet kalır; bu çerçevede ümmet arasında bir anlaşmazlık çıktığında mesele Allah’a ve resule götürülecektir. Meselenin “Allah’a götürülmesi” Kur’an’a, “resule götürülmesi” ise sünnete başvurmayı gerektirir. Anlaşmazlık konusunda bu iki kaynakta çözüm ve hüküm var ise bu, bütün ümmet için bağlayıcıdır ve gereğine uyularak anlaşmazlık çözüme kavuşturulur. Bu iki kaynaktaki çözüm her zaman nokta tayini şeklinde değildir. Kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün anlaşmazlıkların konu konu, parça parça çözümü Kitap ve Sünnet’te bulunmaz. Ancak bütün anlaşmazlıkların çözümüne ışık tutan ilkeler, işaretler, delâletler, örnek ve emsal çözümler vardır. Bunlardan yararlanarak çözüm ve hüküm bulma işine ictihad denir. İctihad bilinmeyenleri, açıkça belli olmayanları, anlaşmazlıkları Kitaba ve Sünnet’e başvurarak (götürerek) çözme metodunun ve çabasının adıdır; Resûlullah tarafından sahâbeye öğretilmiş, daha sonraki nesiller de bunu, onlardan alarak kullanmış ve geliştirmişlerdir (Cessâs, I, 212-213).
İctihad ile haram hükmüne de ulaşılır; ancak bu, beşerin hüküm koyması değildir; Allah’ın koyduğu, ama nokta tayini şeklinde açıklamadığı hükmü keşfetmektir (İctihad ispat, yani hüküm koyma değil, keşfetmedir).
İctihadda ihtilaf olursa ülü’l-emrin tercih ettiği ictihad kanun hükmünde olur. Tercih sözkonusu olmadığında ise müminler diledikleri ictihad ile amel ederler.
Bir içtihadın hatalı olduğu, bilgi eksikliğine dayandığı sabit olursa o ictihad ile fetva verilemez.
Sayın Özler İlahiyat fakültelerine çok yüklenmiş, onu da gelecek yazıda ele alalım.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.