Ebu Sa’îd: Yine gel

04:0016/06/2019, Pazar
G: 16/06/2019, Pazar
Hayreddin Karaman

Hz. Mevlânâ’ya ait gösterilen ama ona değil, Ebu Sa’îd Ebu’l-Hayr isimli Horasanlı bir sûfîye ait olan bir rubâ’î vardır:“Bâz â veya (Bâzâ) her ânçi ki hestî bâz â”diye başlar: “Yine gel, her ne olursan ol yine gel…”Şiirin sahibi konusundaki yanlışa ek olarak manası konusunda da ihtilaf vardır. Prof. Dr. Erkan Türkmen’in anlayışına göre “yine gel” kısmının doğru karşılığı “vazgeç”tir ve dörtlüğün tercümesi şöyledir:Vaz geç, her ne isen vaz geçKâfir de olsan, putperest de olsan vaz geçBu dergâhımız

Hz. Mevlânâ’ya ait gösterilen ama ona değil, Ebu Sa’îd Ebu’l-Hayr isimli Horasanlı bir sûfîye ait olan bir rubâ’î vardır:



“Bâz â veya (Bâzâ) her ânçi ki hestî bâz â”

diye başlar: “Yine gel, her ne olursan ol yine gel…”

Şiirin sahibi konusundaki yanlışa ek olarak manası konusunda da ihtilaf vardır. Prof. Dr. Erkan Türkmen’in anlayışına göre “yine gel” kısmının doğru karşılığı “vazgeç”tir ve dörtlüğün tercümesi şöyledir:

Vaz geç, her ne isen vaz geç

Kâfir de olsan, putperest de olsan vaz geç

Bu dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir

Yüz kere tövbeni bozdun ise yine vaz geç de gel.

Mana böyle olunca bu bir “tevbeye çağrıdır”; itiraz azalır, ama “… putperest de olsan yine gel” olursa problem ve itirazlar baş gösterir.

Hâlbuki bu dörtlüğü söyleyen Ebû Saîd olsun, izafe edilen Mevlânâ olsun bu zatların hayatlarına ve tekkelerinde neler yapıldığına bakılınca ki bu husus bilinmektedir, dörtlüğü İslam akaidine aykırı bir manaya çekmek mümkün değildir; çünkü bu dergâhlar şirk ve günah meclisi değil, insanları geçmişine bakmadan kabul edip ıslah eden, insan-ı kâmil olma yoluna sokan dergâhlardır. Buna göre de dörtlük mealen “Halin ve geçmişin böyle böyle de olsa değişmekten ümit kesme, bizim dergâhımıza gel, biz seni kabul ederiz ve beraberce Allah’a kulluk yolunda ilerlemeye çalışırız” demek olur.

Şimdi biraz da dörtlüğün asıl sahibi olan Ebû Sa’îd Ebu’l-Hayr’dan söz edelim(Geniş bilgi için TDV İslam Ansiklopedisine bak.):

1 Muharrem 357 (7 Aralık 967) tarihinde Horasan’da Serahs ile Ebîverd arasında bulunan Havran bölgesinde Meyhene (Mehne) kasabasında doğdu. İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra fıkıh, tefsir ve hadis bilgisini ilerletmek için Merv’e gitti. Tasavvufa intisab edince mürşidinin tavsiyesine uyarak Meyhene’ye döndü. Yedi yıl riyâzet hayatı yaşadı, tahammül edilmesi zor çileler çıkardıktan sonra tekrar Serahs’a döndü. Şeyh Ebü’l-Fazl burada onu daha da çetin çilelere tâbi tutup bir süre sonra Meyhene’ye gönderdi. Ebû Saîd Meyhene’de cami ve tuvaletlerin temizliğiyle uğraşıyor, her namaz öncesi guslediyor, sürekli susuyor, yama üstüne yama yapıldığı için ağırlaşan bir çuha giyiyor, yirmi otuz gün kalmak üzere sahralara çıkıyor, buralarda inzivaya çekiliyor, derin düşüncelere dalıyordu. Ne kadar şiddetli riyâzetlere ve çetin çilelere girdiğini anlatmak için, Bâbil Kuyusu’nda baş aşağı asılarak çile çıkardıkları rivayet edilen Hârût ve Mârût gibi bazan bir ağaca kendini ayaklarından asarak, bazan da bir kuyuya baş aşağı sarkarak çile çıkardığı (çille-i ma‘kûse), Kur’an okuduğu ve bu durumda namaz kıldığı (salât-ı maklûbe) rivayet edilir. Daha sonra tekrar Serahs’a giden Ebû Saîd bu çileli hayata Ebü’l-Fazl’ın yanında da devam etti. Ardından şeyhin tavsiyesine uyup Nîşâbur’a gitti. Burada İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi âlim ve mutasavvıflarla tanıştı. Daha önce Serahs’ta Ebü’l-Fazl’dan hırka giyip giymediği bilinmeyen Ebû Saîd, Nîşâbur’da ünlü sûfî Ebû Abdurrahman es-Sülemî’den hırka giydi. Şeyhi (Ebü’l-fazl) vefat edince Amül’e gidip el-Kassâb’a intisab etti.

Bu zatın vefatı üzerine Meyhene’ye döndü. Geceleri uyumuyor, namaz kılıyor, zikirle meşgul oluyor, gündüzleri hep oruç tutuyor, hiç dinlenmiyor, daima kıbleye yönelmiş bir halde bulunmaya çalışıyor, haramlardan sakınıyor, huzurunu bozacak güzel şeylere bakmıyor, sürekli teslimiyet gösteriyor, en azla yetiniyor, vaktini mescidde ve tekkede geçiriyor, kötü yerler olduğuna inandığı için çarşı pazara uğramıyor ve kimsenin kusurunu görmüyordu. Bu çeşit on sekiz esası başarıyla uyguladığı için nefsinden fâni olduğuna kanaat getirdikten sonra halkı irşada başladı. Nîşâbur ve Meyhene’deki tekkesinde çevresinde çok sayıda mürid toplandı.

Şiir ve semâ meclislerindeki hali daha sonra bu geleneği devam ettiren Mevlânâ’nın haline benzer. Komşularından birçoğu onun mânevî tesirinde kalarak içkiyi ve benzeri kötü alışkanlıkları bırakmışlardı. Çağdaşı İbn Hazm’ın anlattığına göre (el-Fasl, IV, 188) ünü Endülüs’e kadar ulaşmıştı.

Tekke âdâbının ilk defa Ebû Saîd tarafından tesbit edildiği kabul edilir. Onun tasavvufta kendine has bir yol açtığını, tekke inşa ettiğini, günde iki defa sofra kurduğunu söyleyen Kazvînî, bütün tasavvufî âdâbın Ebû Saîd’e nisbet edildiğini de söyler. Ebû Saîd 4 Şâban 440 (12 Ocak 1049) Cuma gecesi doğduğu yer olan Meyhene’de seksen iki yaşında vefat etti. Kendisine birçok şiir ait gösterilse de araştırmalar şu iki eserin ona ait olduğunu gösteriyor: “Havrâ” adlı rubâîler ve Çihil Makām adlı bir risâle.

Size bir İslam insanını tanıtmaya çalıştım. Onda zahir ilim var, edeb ve edebiyat var, zengin bir irfan var, tavizsiz ve sıradan insanların yapamayacağı nitelik ve nitelikte ibadet ve nefis terbiyesi için çile var, bütün insanlara açılmış bir ümit ve şefkat kucağı var, şiir ve semâ’ı bir davet ve te’dîb aracı olarak ustalıkla kullanmak var; ama hurafe, bid’at ve taviz yok.

#Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
#Ebu Sa’îd Ebu’l-Hayr
#Erkan Türkmen