Dâru’l-harb konusu

04:0021/06/2020, Pazar
G: 21/06/2020, Pazar
Hayreddin Karaman

Bir önceki yazıda şöyle demiştik:“Önce Alman bankasındaki paranıza tahakkuk eden faizin hükmünü açıklayayım. Türkiye’nin dâru’l-harb olup olmaması konusunu da gelecek yazıya bırakalım.”Bundan altmış yıl öncesinden beri bu soru bana ve tabii diğer ilgililere soruluyor. Elbette soranlar arasında iyi niyetli ve öğrenmek isteyen insanlar da vardır. Ancak genel olarak bu soru masum bir soru değildir. Soranların önemli bir kısmının maksadı, Türkiye ve benzeri ülkeleri dâru’l-harb ve kâfir ülke ilan etmek,

Bir önceki yazıda şöyle demiştik:

“Önce Alman bankasındaki paranıza tahakkuk eden faizin hükmünü açıklayayım. Türkiye’nin dâru’l-harb olup olmaması konusunu da gelecek yazıya bırakalım.”

Bundan altmış yıl öncesinden beri bu soru bana ve tabii diğer ilgililere soruluyor. Elbette soranlar arasında iyi niyetli ve öğrenmek isteyen insanlar da vardır. Ancak genel olarak bu soru masum bir soru değildir. Soranların önemli bir kısmının maksadı, Türkiye ve benzeri ülkeleri dâru’l-harb ve kâfir ülke ilan etmek, sonra yetkisi kendinden menkul veya yetkisiz kişiler tarafından seçilmiş bir kişiyi halife, Mehdî, Îsâ ilan etmek, onun etrafında toplanıp İslâm ve ümmet düşmanı kâfir ülkelerden ve istihbaratlarından aldıkları destek ile ülke içinde terör eylemleri yapmak, “Allahu ekber” diyerek kâfir ilân ettikleri Müslümanları boğazlamak; kadın, çocuk, yaşlı demeden ele geçirdikleri aciz insanlara esir muamelesi yapmaktır.

Aşağıda, fıkıh kitaplarından bu konuyu özetleyeceğim, burada şunu da eklemek istiyorum:

Bir ülkenin gayr-i Müslim ülke olması aynı zamanda harb ülkesi olmasını gerektirmez. Eğer bu ülkenin karşısında bir İslâm ülkesi varsa aralarında ateşkes, antlaşma, barış, İslâm’a göre de hayırlı olan bir amaçla işbirliği… ilişkileri içinde olmak caizdir. Bu ilişkiler kurulunca da o ülkeye karşı fiili savaş kuralları uygulanamaz.

Müslümanlar yıllardır İslâm ve ümmet düşmanlarının oyununa geliyorlar, fert, grup ve devletler olarak birbirlerini tekfir edip aralarında savaşarak kan, mal, servet, şeref ve izzet kaybına uğruyorlar.

Artık yeter!

Bir şekilde birleşelim ve gücümüzü, İslâm’ın ve ümmetin düşmanlarına karşı harcayalım!

Şimdi kadim fıkha soralım:

Bir ülkenin ilk defa İslâm ülkesi vasfını kazanması Müslümanların veya İs­lâm düzeninin hâkim olması ile gerçekleştiğine göre bunları kısmen veya ta­mamen kaybeden İslâm ülkesi yeniden harb ve küfür ülkesine dönüşür mü?

Bu soruya cevap arayan müçtehitler ikiye ayrılmışlardır. Ebû Yûsuf, Muhammed gibi müçtehitlere göre bir İslâm ülkesinde İslâmî olmayan hüküm­ler (düzen) hâkim hale gelir, açıkça icra edilirse ülke yeniden küfür ve harb ül­kesi haline gelir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise, bir İslâm ülkesinin harb ve kü­für ülkesine dönüşebilmesi için üç şartın birden gerçekleşmesi gerekir:

a) Ül­kede İslâmî olmayan hüküm ve uygulamaların açıkça icrası (başka bir düze­nin hâkim olması),

b) Ülkenin, aralarında bir başka İslâm ülkesi bulunmaksızın harb ülkesine bitişik hale gelmesi,

c) Müslüman veya zimmî olduğu için İs­lâm’ın kendilerine can ve mal güvenliği verdiği kişilerin bu güvenliklerinin or­tadan kalkması.

İlk müçtehitler zamanında nazarî olarak yürütülen bu münâkaşa, Moğol­ların İslâm ülkelerini istilâsı ile fiilî ve amelî bir saha bulmuş, o zamanda ya­şayan fıkıh bilginleri, istilâya uğrayan ülkelerin durumunu münakaşa etmiş­lerdir. Ebû Hanîfe’nin ileri sürdüğü şartlar açısından meseleye bakan Hanefî fukahâsının görüşlerini, 827/1424 yılında vefat eden Muhammed el-Bezzâz, meşhur Fetâvâ kitabında şöyle dile getirmiştir: “Bugün kâfirlerin elinde bu­lunan (eski dâru’l-İslâm) ülkeler, şüphesiz İslâm ülkeleridir... Kâfir idarecile­rin idareleri altında bulunan memleketlerde cuma ve bayram namazlarını kılmak caizdir... Kabul edilmiştir ki illetin (hükmün dayanağı olan vasfın) bir parçası kaldıkça ona bağlı olan hüküm de kalır. Bu ülkelerin Moğol istilâsın­dan önce İslâm ülkeleri olduğuna ittifakla hükmetmiştik. Onların ülkelere hâ­kim olmalarından sonra da ezan, cuma ve cemaatle namazın açıkça îfâsı, şerîatin gerektirdiği şekilde fetva vermek, hüküm vermek ve öğretim yapmak, onların idarecilerinin itiraz ve engellemeleri olmadan yaygın bir şekilde yü­rütülmektedir. Bu ülkelere harb ve küfür ülkesi demenin mesnedi ve delili yoktur.” Halvânî (v. 448/1056) şöyle demiştir: “İslâm ülkesi ancak küfür ah­kâmının (düzeninin) yürütülmesi, İslâm’ın hiçbir hükmü ile hükmolunmaması, yerin harb ülkesine bitişik olması, orada hiçbir Müslümanın ve zimmînin mal, can ve namus güvenliğinin kalmaması halinde harb ülkesine dönüşür; bu şartların hepsi birden bulunursa harb ülkesi olur. Delil ve şartlar birbirine karşı gelir, çelişirse ihtiyaten İslâm yönü ağır basar; yani ülke, İslâm ülkesi olarak kabul edilir...” (el-Bezzâz, el-Fetâvâ, Mısır, 13210, C. VI. s. 310 vd.)

Prof A. Zeydân yukarıdakine benzer görüşleri inceledikten sonra günü­müze gelerek yabancı hâkimiyetine girmiş İslâm ülkelerinde ezan, cemaatle namaz gibi bazı sembol hadiseler (İslâmî şiarlar), evlenme, boşanma gibi birtakım İslâmî hükümler cari oldukça bu ülkelerin İslâm ülkesi sayılması ge­rektiği kanaatini ileri sürmektedir. (Ahkâmu’z-zimmiyyîn ve’l-müste’minîn..., Bağdâd, 1963. s. 21)

#Türkiye
#Dâru’l-harb
#İslam