“Futboldan gerçekten zevk almanın sadece bir tek yolu vardır, edebiyle mağlup olmayı bileceksin. Hep kazanan tarafta olmayı isteyenler için futbol esasen bir kahır, bir eziyettir. Çünkü hiç kimse sürekli galip gelemez. Bir gün galip gelirsin, bir gün gelemezsin. Böyle olması iyidir, hazımlı yapar insanı. Onun için diyorum, futboldan zevk almak istiyorsan, adam gibi mağlup olmayı da bilecek, her yediğin golde arıza çıkarmayacaksın” dedi kahvehanenin seyyar filozofu ve ekledi: “Ve biliyor musunuz,
“Futboldan gerçekten zevk almanın sadece bir tek yolu vardır, edebiyle mağlup olmayı bileceksin. Hep kazanan tarafta olmayı isteyenler için futbol esasen bir kahır, bir eziyettir. Çünkü hiç kimse sürekli galip gelemez. Bir gün galip gelirsin, bir gün gelemezsin. Böyle olması iyidir, hazımlı yapar insanı. Onun için diyorum, futboldan zevk almak istiyorsan, adam gibi mağlup olmayı da bilecek, her yediğin golde arıza çıkarmayacaksın” dedi kahvehanenin seyyar filozofu ve ekledi: “Ve biliyor musunuz, futbol hayata fevkalade benzer!”
“Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik” sloganlarıyla kabristanın yanındaki yoldan stadyumun bulunduğu caddeye yöneldi coşkulu taraftarlar. O sırada dünya deplasmanından çoktan asli vatanına dönmüş bulunan kabristan ahalisi derin bir sükunet içindeydi.
“Çok konuşuyor, üstelik ne dediği de anlaşılmıyor!” dedi evin beyi, gazetesinden kafasını kaldırarak. “Konuşacak tabii, onun adı muhabbet kuşu!” dedi cevaben evin hanımı. Yutkundu kafesin içindeki kuş, “Muhabbeti olan anlıyor” diye geçirdi belki de içinden.
“Sizin gibi birini yıllar yıllar boyunca ne kadar aradım biliyor musunuz” dedi ilk randevuda kibar beyefendi. “Oysa ben de hep bulunmayı bekledim” dedi karşılığında nazenin hanımefendi. Garson gidip radyonun kanalını değiştirinceye kadar bir ud sesi eşlik etti usul usul bu ikilinin konuşmalarına.
“Edebiyatın etkisinin azaldığını nereden çıkarıyorsunuz?” diye sordu okuyucu. “Etkinliğinin çoğalmasından...” dedi yazar.
“O kadar çok konuşan var ki” dedi fısıltıyla yanındakine salondakilerden biri, “bir köşede kendi halinde sessizce oturan herkes gözüme bilge gibi görünmeye başladı”
Meyve ve kuruyemiş faslı bittikten sonra televizyonun karşısında o kadar uzun süre öylece kıpırdamadan oturdular ki, sonunda televizyon uyuyakaldı.
“Endişe içindeyim komiser bey, beni hiç kimse takip etmiyor” dedi gencecik olan. “İyi ya işte, demek tehlikede değilsin” dedi babacan komiser. Bu minvalde epeyce konuştular, sonunda gencecik olan babacan olanı ikna edip tek tıkla ilk takipçisi yaptı.
“Sevmek kabiliyeti gerektirir” dedi profesör sınıftakilere, “nefret etmekse, sevmeye kabiliyeti olmayanların mecburi istikametidir, herhangi bir kabiliyet gerektirmez!”
“Eskiler hatıralarını anlatmaktan bugünü yaşamaya fırsat bulamıyor” dedi genç olan. “Yeniler de koşa koşa yaşamaktan hatıra olmaya değecek bir şey biriktiremiyor” dedi buna karşılık yaşlıdan hallice olan. “İkiniz de haklısınız” dedi tam ortaya, tarafsız kulak misafiri.
“Size meselenin iç yüzünü bütün açıklığıyla anlatmayı isterdim ama biliyorsunuz her doğru her yerde söylenemiyor” dedi gözlüğünün üstünden bakan konuk. “O zaman sizin her yerde söylenebilecek yalanlarınızı dinlememek için bir reklam arasına gidelim” diyerek topu rejiye attı inceci moderatör.
“Söylediklerim bir kulağından giriyor öbür kulağından çıkıyor derdi eskiden büyüklerimiz bize” diye dert yandı yanındakine. “Biz küçüklerimize söyleyemiyoruz bugün aynı şeyi” dedi yanındaki, ”sürekli kulaklık taktıkları için söylediklerimiz zaten hiç kulaklarına girmiyor.” Gülüştüler, biraz sonra otobüs durdu, indiler.
Yazı burada bitti. Daha doğrusu bitmek üzereydi ki, bir anda gökten üç elma düştü. Ben elmalara bakarken “Poşet ister misiniz?” diye sordu nereden çıktığını bilemediğim kasiyer delikanlı.