“İnsanın varacağı belli bir yer olmayınca” dedi beyaz saçlı adam, “yorgunluğu daha yürümeye başlamadan başlıyor!”Hayata dair tecrübelerimiz ve tanıklıklarımız arttıkça kendimize olan güvenimiz giderek azalıyor sanki. “Ne umutlarımız vardı” diye söze başlıyoruz ya hani; bu hepimiz için, Cahit Sıtkı’nın hesabıyla ömrünün ilk yarısını geride bırakan hemen herkes için ortak bir hayal kırıklığı tekerlemesi aslında. Tam olarak pişmanlık değil bu kelimelerle anlatmaya çalıştığımız; daha çok gerçeğimizin
“İnsanın varacağı belli bir yer olmayınca” dedi beyaz saçlı adam, “yorgunluğu daha yürümeye başlamadan başlıyor!”
Hayata dair tecrübelerimiz ve tanıklıklarımız arttıkça kendimize olan güvenimiz giderek azalıyor sanki. “Ne umutlarımız vardı” diye söze başlıyoruz ya hani; bu hepimiz için, Cahit Sıtkı’nın hesabıyla ömrünün ilk yarısını geride bırakan hemen herkes için ortak bir hayal kırıklığı tekerlemesi aslında. Tam olarak pişmanlık değil bu kelimelerle anlatmaya çalıştığımız; daha çok gerçeğimizin hayallerimize yetişememesi, yetmemesi, bir şeylerin tam içimizden geçirdiğimiz gibi gitmemesi durumu... İnsanın iç alemi, dış aleminden her zaman daha büyük, bu aşikâr... Düşünme ve hissetme kapasitemize karşılık gelecek bir gerçekleştirme kabiliyetimiz yok. Hayal ettiklerimizin çok azını gerçekte yaşayabiliyoruz. Hayallerimizin bir kısmıysa, bildiğimiz fizik yasalarını, yeryüzü hayatının sınırlı imkanlarını bir durma noktası olarak görmedikleri için zaten tabiatları gereği gerçeğe dönüştürülemez. Gençlik dönemi, insanın geride bıraktıklarının küçük bir yekun tuttuğu, geleceğin barındırdığı sonsuz ihtimallerle gözümüze çok engin, çok uçsuz bucaksız göründüğü bir safhası hayatımızın. Oysa yaş ilerledikçe, ceplerimiz gittikçe ağırlaşan kum torbaları gibi kırılmış hayallerle doluyor ve bu ağırlıklar yürüyüşümüzü zorlaştırıyor. Neredeyse her yere, akla gelebilecek her hedefe ulaşmak için pürheyecan başladığımız yolculuğumuzu, mümkün olan en yakın varış noktasını tek gerçekçi hedef olarak görerek ancak sürdürebiliyoruz. Geçmiş, her geçen gün ağırlığı artan bir kambur olarak büyüyor sanki sırtımızda.
“İnsanlar gençliklerinde besledikleri umutlarına ihanet edip yaşamlarını dünyanın gidişatına göre ayarladıkları için sanki erken gelen bir çöküşle cezalandırılıyor” diyor Alman felsefeci Theodor W. Adorno.
Bazı cümleler var ki, yükleminin kendisini çok yoracağının farkında olan öznelerin oyalamaları yüzünden uzadıkça uzuyor.
Başlamayı istediğimiz bir çok şeye bir türlü başlayamıyoruz. Aynı şekilde, bitirmemiz gereken şeyleri bitirmeye bir yol bulamıyoruz. Bir yol ağzında dikilip kalmış, ne tarafa gideceğini bilemeyen biri gibiyiz. Sorulması gerektiğini gayet iyi bildiğimiz soruları durmadan geciktiriyoruz. Verilmesi gereken hesaplardan da kaçıyoruz aynı şekilde. Bazen olması gerekenden daha hızlı, bazen de çok daha yavaş çalışan bir saat gibiyiz. Zamanın içinde tutarlı, ifadeye gelecek, anlama erdirilecek bir yerimiz yokmuş gibi... Olması gerekenle olmaması gereken arasında tarifsiz bir ara bölgede, doğruyla yanlışın ortasında gittikçe soğuyan bir ‘araf’ta yaşıyoruz sanki.
“Günümüz toplumlarında insanın uyku saatlerinin dışındaki hali ayrıntılarına varana dek düzenlenmekte olduğu için, gerçek bir kaçış, ancak uyumakla ya da delilik içinde olabiliyor. Ya da bir körelmeyle, sessizlikle edilgenleşmeyle oluyor” diyor Alman düşünür Mark Horkheimer bundan yıllar önce. Bugünlerdeki ahvalimize bakınca, bu sözleri kaçla çarpmak gerektiğini düşünmeye başlıyor insan elinde olmadan.
Bir şemsiyenin altında yaşamayı seçtiği için hem güneşi, hem yağmuru kaçıran zihinler de var.
“Şu koskoca insanı” dedi meczup, “şu küçücük hayatın içine sığdırmaya çalıştılar, daralmasın da ne yapsın!”