Bugün yapmakta olduğumuz her şey suya yazı yazmak ya da havaya resim çizmek gibi… Değil birkaç gün sonraya, değil bir gün sonraya, bir birkaç saat sonraya bile ulaşmıyor neredeyse etkileri. İz bırakmıyorlar zamanın içinde; iz bırakacak bir muhtevaya da sahip değiller zaten. Dışa vurduğumuz şeyler, bu nitelemenin aksine içimizde biriktirdiğimiz şeyler değil… Şuradan alıp buraya koyduğumuz şeyler! Bizde yer etmiyorlar ki, başkalarına ulaşıp onlarda etsinler. Başkalarıyla paylaştığımız her şeyin çok
Bugün yapmakta olduğumuz her şey suya yazı yazmak ya da havaya resim çizmek gibi… Değil birkaç gün sonraya, değil bir gün sonraya, bir birkaç saat sonraya bile ulaşmıyor neredeyse etkileri. İz bırakmıyorlar zamanın içinde; iz bırakacak bir muhtevaya da sahip değiller zaten. Dışa vurduğumuz şeyler, bu nitelemenin aksine içimizde biriktirdiğimiz şeyler değil… Şuradan alıp buraya koyduğumuz şeyler! Bizde yer etmiyorlar ki, başkalarına ulaşıp onlarda etsinler.
Başkalarıyla paylaştığımız her şeyin çok kısa bir zaman içinde buharlaşıp gideceğini biliyoruz. Belki bu yüzden, onlara gereken dikkati ve özeni göstermiyor, içlerini hayatla doldurmaya çalışmıyor ve bu kabullenilmiş geçiciliğin, tıpkı soğuk denizlerdeki başıboş buz kütleleri gibi her şeyin anlamından koca koca parçaları önüne katıp götürmesine rıza gösteriyor, izin veriyoruz. Tarihi tutulmayan, tutulamayacak olan hayatlar artık bizim hayatlarımız. Kayda değer, saklanmaya, biriktirmeye değer bir şeyimiz kalmadı neredeyse!
Zamanın içinde iz bırakmayan şeylerin tortusu olmayacağına inanmak içimizi rahatlatıyor olmalı. Kaydı tutulmayan, hatırlamaya değecek şeyi olmayan bir hayatın üstümüze hiçbir ağırlık bırakmayacağını, bizi yormayacağını düşünüyoruz belki içten içe. Derinliğine yaşanmayan şeylerin başımıza dert olmayacağı avuntusuyla bırakıyoruz belki de kendimizi bu hafızasız akıntıya. Oysa derdin ta kendisi bu! Koca bir yara! Hafızasızlık anlamsızlık demek çünkü! Biriktirmeye değecek şeyi, şeyleri olmayan bir hayat, yaşadıklarının ve yaşanması muhtemel diğer her şeyin anlamından peşin peşin vazgeçmiş değil midir? Ruhsuz, cansız, robotsu yaratıklar mıyız biz? Bu mudur insan? Bu kadar az olabilir mi?
“Günümüzde hafıza olumlulaşarak bir çöp ve veri yığınına, bir ‘eskici dükkanı’na ya da ‘içine her türden kötü muhafaza edilmiş resim ve kullanılmaktan aşınmış simgelerden oluşan bir yığının karman çorman tıkıştırılmış olduğu bir depo’ya dönüşmektedir. Eskici dükkanındaki şeyler birbiri yanında yer alır, katmanlaştırılmamışlardır. Bu yüzden de eskici dükkanı tarihten yoksundur. Ne hatırlayabilir ne de unutabilir” diyor ‘Şeffaflık Toplumu’ kitabında Byung Chul Han.
Şöyle bir düşünelim; mesela geçen son on yılı… Ne var hayatımızda hatırlanmaya değecek? Ne kalmış geçen yıllardan geriye? Felaketler, acılar, zulümler, hastalıklar… Bunlar değil sözünü ettiğim şey, bunlar almanaklara, makro tarihin tutanaklarına girecek şeyler… Elbet etkileniyoruz bunlardan ama nasıl? Bizim hayatımız, yakın plan gerçekliğimiz, içimizin dışımızdan ayrı akan hikayesi nereden nereye gidiyor? Kimdik, kim olduk, şimdi kim olmaya doğru gidiyoruz? Kim bizim nereye gittiğimizin farkında? Biz kimin nereye gittiğinin farkındayız? Şunca paylaşımla aramızda neyi, neleri paylaşmış ya da bölüşmüş olduk gerçekte? Özel, bize dair, bizim hayatımıza ait hatırlanmaya değecek kıymette bir şeyimiz yoksa, aradığımızda hikayemizi anlamlı kılacak bir şey çıkaramıyorsak geçen günler arasından, nereden bileceğiz kim olduğumuzu? Nereden bileceğiz bize ne olduğunu? Bir şey yaşadık mı, yaşıyor muyuz? Bunu kendimize sorduk mu hiç, soruyor muyuz? Paylaştıklarımızda biz var mıyız, bütün içimizle bir yerlerde var olabiliyor muyuz? Görünmek için, görünür olabilmek için can attığımız, çekmedik numara bırakmadığımız şu paylaşımlar dünyasında, görüyor mu gerçekten azıcık da olsa insanlar bizi? Biz bulabiliyor muyuz içlerinde kendimizi?
Kalbinle değil de hep parmak uçlarınla konuşuyorsan, bil ki söylediğini hiçbir kalp işitmeyecek, hayat böyle!
“Kalp artık sadece bir emoji!” diye kendi kendine söylendi ve güldü sonra bu söylediğine beyaz saçlı adam. Yüzüne yayılan bu tebessümün sarı renkli bir yuvarlağın içine hapsolmuş olmamasına da şükretti içten içe.