Kafamızın içindeki dünya ile yaşadığımız dünyanın arası giderek açılıyor. Bu kendi başına yeterince kötü bir şey... Ama bundan daha da kötüsü var; biz bu iki dünya arasında açılan uçurumlara gözlerimizi kapatıyoruz. Böyle bir şey yokmuş gibi yapıyor; kafamızın içindeki dünyadan dokuduğumuz elbiseleri, yaşadığımız dünyada bocalamakta olan ve bocaladığının dahi farkında olmayan bedenlerimize giymeye, giydirmeye çalışıyoruz. Olmuyor tabii; gülünç oluyoruz sadece, acınası oluyoruz. Sahte bir gülücüğün herhangi birimizin yüzünde durduğu gibi sakil duruyor bu asılsız kılık kıyafet insanlığımızın yüzünde.
Birbirine benzemeyen iki dünya ve bu iki dünya arasındaki arafta habire sersemleyeduran insan. Bizim adına modern zamanlar denen bu çılgın dolambaçtaki hikayemizin özeti bu. İçimiz başka bir yere ait, dışımız başka bir yere... İçimiz bir yere bakıyor, dışımız başka bir yere... Yaşanabilir mi böyle? Yaşanıyor işte, nefes alınıp verilebiliyor, hayatiyet bir şekilde sürdürülebiliyor. Ama içten içe çözülüp gidiyor insan, metruk bir evin duvarları gibi irili ufaklı parçalar halinde dökülüp duruyor insanlığının duvarları.
İçimizde bütün bunların verdiği derin sızlamalar var, onlarla yaşıyoruz mütemadiyen. Gülüp eğlenirken bile hep içimizde bir yerde bekliyor o sızılar. Orada olduklarını biliyoruz. Evet oradalar ve ne zaman unutmaya yeltensek hemen kendilerini hissettiriyorlar. Garip, anlatılması zor bir haldeyiz. Durmadan kanayan bir bellek gibiyiz. Ne tam unutabiliyoruz kim olduğumuzu, ne tam hatırlayabiliyoruz. Çünkü biz göründüğümüzün aksine bir bütün değiliz, parça parçayız. İçimizde kendimize bile belli etmemeye çalıştığımız parçalanmalarla yaşıyoruz. Derinlerimizde kederler, öfkeler, küskünlükler ve hayal kırıklıklarıyla, yani birbirini takip eden farklı ölçekli infilaklarla yaşıyoruz.
Canımız acımasın da ne yapsın? İçimizin dışımıza, dışımızın içimize uymadığını idrakimiz nasıl kabullensin? Küçük tatlı yalanlara, dirlik ve düzenimiz hakkında içi boş şekerlemelere ve tekerlemelere başvurmaktan başka bir yol bulamıyor, teslim bayrağını çekiyoruz hepimiz nihayetinde. İçimizde asayiş berkemal, dışımızda ise işler zaten tıkırındaymış gibi yapıyoruz. En sevmediğimiz işlem, içler dışlar çarpımı... Çünkü çıkamıyoruz hiçbir yalanla onun girdaplarından! Düştüğümüz kuyunun içinden çıkabilmek için tutamaksız duvarlara tırmanmaya çalışıyoruz aslında. Sorsanız ulu dağların zirvesine yol bulmak için bütün bu canhıraş faaliyet!
Bırakalım yalanı dolanı, yol bitmeden işin aslına dönelim biz, dönebileceksek eğer... Nedir işin aslı? Galiba şöyle bir şey: Dışımız, gece yarılarına kadar eve dönmeyen hayta bir oğul... İçimiz, pencerenin kenarında sabahlara kadar sabır ve metanetle onu bekleyen munis, şefkatli bir ana... Oğul eve dönünce ananın yüzü gülecek ve kararan ne varsa aydınlanacak! Bu kadar basit mi yani? Bu kadar kolayca çözülebilir mi bu asırlık düğüm? Eve dönmeye yetecek kadar irade gösterene, evet, bu kadar basit!
Peki ne olacak kafamızın içindeki dünya ile yaşadığımız dünya arasındaki bütün o uçurumlar? Ne kadar büyük olursa olsun, iman ile inkar arasındaki uçurum kadar büyük olamaz o uçurumlar. Eğer inkardan imana bir adımla geçilebiliyorsa; dışımızın içimize yabancılığı da bir adımla kapanır elbet. Ve evet; kendimizi kandırmaya yarayan bütün o cafcaflı yalanlar da anında biter o bir samimi adımla.
“Biter elbet ama mesele zaten o bir adımı atmakta” diyeceksiniz... Evet mesele o bir tek adımı atmakta...
Zamanın başında da böyleydi bu, şimdi de böyle!
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.