Güneşsizken hayat

04:0020/01/2022, Thursday
G: 20/01/2022, Thursday
Gökhan Özcan

Sanıyoruz ki güneş görünür şeyleri aydınlatıyor sadece; şehirleri, sokakları, evleri, bahçeleri, kırları... Güneşin bizi kendinden mahrum bıraktığı günleri düşünün bir de; nasıl kararıyor değil mi içimiz de. Demek içimizi de aydınlatıyor aslında güneş, içimizin kalabalık ya da tenha muhitlerini de...“Nasılsın bakalım bugün?” diye sordu yaşı epeyce ilerlemiş olan. “Ben parçalıyım, hava bulutlu!” diye cevapladı onu umarsızca yolun başlarındaki.Güneş bulutların ardına saklayınca kendini, perdeleri

Sanıyoruz ki güneş görünür şeyleri aydınlatıyor sadece; şehirleri, sokakları, evleri, bahçeleri, kırları... Güneşin bizi kendinden mahrum bıraktığı günleri düşünün bir de; nasıl kararıyor değil mi içimiz de. Demek içimizi de aydınlatıyor aslında güneş, içimizin kalabalık ya da tenha muhitlerini de...

“Nasılsın bakalım bugün?” diye sordu yaşı epeyce ilerlemiş olan. “Ben parçalıyım, hava bulutlu!” diye cevapladı onu umarsızca yolun başlarındaki.

Güneş bulutların ardına saklayınca kendini, perdeleri kapalı bir hayat gibi karanlık çöküyor her şeyin üstüne. Açık ve güneşli havalarda nasıl neşeli ve açıksa içimiz, kapalı havalarda bir o kadar hüzünlü ve kapalı... Buradan yeryüzünün de duyguları olduğu ve güneşin o duygularla oyunlar oynadığı sonucunu çıkarabilir miyiz?

“Yorgun güneşin telaşsızlığında, döne döne yere düşen ölü yaprakların dinginliğinde, doğanın derin soluk alıp verişlerinde yıkanan bu yollarda, ağaçların arkasından bakınca, korkuları, haksız böbürlenmeleri, anlık mutlulukları ve kızgınlıklarıyla medeni dünya ve toplum uzun zamandır süren bir felaketten başka bir şey değildir” diyor ‘Yürümenin Felsefesi’ kitabında Frederic Gros.

Anlamaya çalışmak için geldiğimiz şu dünyayı, anlaşılmaz hale getirmek için ne çok şey yapıyoruz. İyi giden ne çok şeyi bozuyor, ne çok şeyin ayarlarıyla oynuyoruz. Neden böyleyiz biz? Neden insanı dengede tutan her şeyin tekerine çomak sokuyoruz? Biz neden kendimiz olmaktan, kendimizde kalmaktan bu kadar korkuyoruz? Neden kendi tabiatında akıp giden şeyleri değişmeye, başkalaşmaya zorluyoruz? Neden alemdeki bütünlüğün ahenkli bir parçası olmak bize bu kadar zor geliyor, neden mutluluğu hep ayırmakta, ayrılmakta, ayrışmakta arıyoruz? Neden kalbimizle aramıza bu kadar çok, bu kadar aşılmaz engeller koyuyoruz? Neden hayatı bu kadar hoyratça ve acımasızca hırpalıyoruz? Biz neden dokunduğumuz her şeyin canını acıtıyoruz? Neden sürekli kendimizi yaralıyor ve yaralarımızdan kaçıyoruz?

Didem Madak’ın Ah’lar Ağacı isimli kitabından bazı yaraların yararlarına dair mısralar: “Bazı yaralar yararlıdır inan,/ Bazı yaraların ortasından küçük bir el,/ Sanki geçmişine çiçek uzatır,/ Bazı yaralardan sızan kanla,/ Tüm geleceğin yıkanır.”

Uzun sürmüş günlere bakınca, kısa sürmüş güzelliklerin hayatın teninde bıraktığı can acıtan izlerle karşılaşıyor hep insan.

Bir de şunu düşünün; arayınca ceplerinde bozukluklardan başka bir şey bulamayan bir hayat ne hisseder?

Güvertesinden bakınca denizi göremediğiniz bir gemi... Pencereden bakınca göremediğiniz bir şehir... Sayfalarına bakınca kahramanını bulamadığınız bir roman... İmgelerini nereye koyduğunu bilemeyen bir şiir... Nereye varacağını bilemeyen düşünceler... Parçalarını toplamaya güç yetiremeyen kırık hayaller... Hiç kimseyi hiçbir yere götürmeyen uzun, upuzun bir yol... Hiçbir istasyona uğramayan, kısır döngüleri içinde dönüp duran trenler... Kurulduğunda kendilerini anlamayan, anlayamayan cümleler... Son kullanma tarihi çok zaman önce geçmiş duygular... Kilitli kalmaktan pas tutmuş kalpler... Kendi hayatlarının kıyısından köşesinden dahi geçmeyen insanlar...

“Güneşsizken hayat” dedi beyaz saçlı adam, “sisin içinde kaybolmuş karaltılara çeviriyor insanları!»

#güneş
#Frederic Gros
#Didem Madak