Tekrar soralım; Tasavvuf duygu eğitimi, ahlak eğitimi, zühd ve takva ise -ki, başlangıcı böyledir- o zaman neden tarikat silsilesi Hz. Ebubekir’le ilgili mağara olayı gibi aslı olmayan bir hikâyeye dayandırılır? Tasavvufun buna ihtiyacı mı var mıdır? Tarikatlar böyle asılsız söylentiler üzerine kurulursa bunlar çekip çıkarıldığında geriye ne kalır. Oysa Resulüllah’ın ashabının yaşadığı istiğna, kanaat, rıza, takva, uhuvvet vb tasavvuf için yeterlidir.Kendisi de bir sufi olan allame Zahidü’l-Kevseri’nin
Tekrar soralım; Tasavvuf duygu eğitimi, ahlak eğitimi, zühd ve takva ise -ki, başlangıcı böyledir- o zaman neden tarikat silsilesi Hz. Ebubekir’le ilgili mağara olayı gibi aslı olmayan bir hikâyeye dayandırılır? Tasavvufun buna ihtiyacı mı var mıdır? Tarikatlar böyle asılsız söylentiler üzerine kurulursa bunlar çekip çıkarıldığında geriye ne kalır. Oysa Resulüllah’ın ashabının yaşadığı istiğna, kanaat, rıza, takva, uhuvvet vb tasavvuf için yeterlidir.
Kendisi de bir sufi olan allame Zahidü’l-Kevseri’nin Nakşi silsilesini anlattığı ‘İrğâmu’l-merîd’ adlı bir kitabı vardır, gençliğimde okumuştum. Orada bu ve benzeri olayların aslının bulunmadığını anlatır. Ayrıca orada Ebu Hanife’nin,
‘son iki senem olmasaydı helak olurdum’
anlamındaki sözünün de İmam Şafiî’nin Şeyban er-Raî adında bir çobandan tarikat dersi almasının da uydurma hikayeler olduğunu söyler.
Koskoca İmam Şafiî’yi bir çobanın önünde diz çöktürmek İmam Şafiî’ye de ilme de tasavvufa da İslam’a da hakaret değil midir?
Belagatte dendiği gibi ‘haberin sıdka da kizbe de ihtimali vardır’, bir haber dinin delil saydığı belgelerle ispat edilmedikçe üzerine hiçbir hüküm bina edilmez.
Şeyban İbn Hallikan’a göre zaten Merv’de yaşamıştır. Vefat tarihi konusunda bir ittifak yoktur; 158, 164, 170 H. diyenler var. Olay bir İmam Şafiî için, bir Ahmed bin Hanbel için, bazen de ikisinin birlikteliğinde anlatılır. Oysa Şeyban öldüğünde İmam Şafiî sekiz yaşında olmalıdır, Ahmed bin Hanbel ise henüz doğmamıştır. İmam Şafiî yirmi yaşına kadar Mekke’dedir. Orada Muvatta’yı ezberlemiş ve onun müellifi olan İmam Malik’i görmek için Medine’ye geçmiştir. Merv ile aralarında binlerce kilometrelik mesafe vardır. Kaldı ki, Ahmed bin Hanbel sufiyyenin imamlarından ve ilklerinden olan İmam Muhasibî’ye bile, o aynı zamanda büyük bir alim olmasına rağmen, itibar etmez ve öğrencilerini onun halkalarına katılmaktan sakındırırdı.
Biz önceki yazılarımızda İslam menakıp ve hikâye dini değildir deyince bazı kardeşlerimiz; Kuranıkerim’de de kıssalar yok mu?
Onları anlatmak da mı böyledir, diye itiraz ettiler. Bir defa ‘hikâye’, gündelik hayatta masal gibi olmamış olaylar için kullanılır, ‘bana hikâye anlatma’ denir. Vukuu kesin olan olaylar eğer bizim için bir değer ifade ediyorsa onları anlatma elbette güzeldir ve gereklidir, bunlara kıssa denir. Kıssaların Resulüllah’ın hayatıyla ilgili olanları ise ‘siyer’dir ve bunlar bizim dinimizin esaslarındandır. Bizim hikâye ile ne kastettiğimiz açıktır.
Evet tasavvuf adına bu uydurma hikayelere ihtiyacımız yok. Sanırım bunun en büyük sebebi şudur: Tasavvuf İslam’ın takva üzere yaşanması olmaktan çıkarılıp takdise ve şeyhlerin mevhum ilahi güçlerine dönüştürülünce İmam Şafiî’nin ve Ebu Hanife’nin bile onların yanında küçük kalması ve onlardan istimdat etmeleri gerekir. Aksi takdirde bu takdis ve keramet edebiyatı işlevsiz kalırdı.
Arkasından sistem,
‘şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’
sözü ile tamamlanacaktır. Peki, bunun söylenmesinin sebebi nedir? Çünkü ‘kurtuluş bir şeyhe bağlanmakta, bir tarikata intisap etmektedir. Etmeyenlerin akıbeti kötüdür’.
Hatta kıyamette Nakşî-Halidî kolundan olduğunu söyleyenlere hesap bile sorulmayacaktır.
Sistem böyle kurulunca arkasından gelecek soru tabii olarak şu olacaktır: O halde bu büyük imamlar da mı kurtulamayacaklar? Çünkü onların zamanında tasavvuf henüz tarikatlaşmamıştı. Evet, onlar da eğer böyle bir şeyhe intisap etmemiş olsalardı kurtulamayacaklardı. Onun için İmam Şafiî, Şeyban’a, Ebu Hanife de (Allah hepsinden razı olsun) tam kaybedeceği bir anda, hayatının son iki senesinde kim olduğu belli olmayan bir şeyhe intisap etmiş ve kurtulmuştur. Bunun için de o, ‘eğer son iki senem olmasaydı Numan (kendisi) helak olmuş olurdu’ demiştir. Koskoca imamlara ne çirkin yakıştırmalar yapılıyor Allah’ım!
Bazıları da ara bulmak için bu sözleri tevil ederek derler ki:
‘Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’
sözünün aslı
‘mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır’
şeklinde idi. Bilahare şeyh mürit ilişkileri ortaya çıkınca, tarikatlar bunu değiştirip öyle yaptılar. Yoksa ilk şekliyle anlamı doğru idi. Resulüllah (sa) bütün ümmetin mürşididir, onu mürşit kabul edip ona uymayan şeytana uymuş olur demektir. Çünkü Allah (cc), ‘Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur’ buyurur. İbrahim’in de (sa) babasına ‘babacığım bana uy ki kurtulabilesin, yoksa şeytana kulluk etmiş olursun’ dediğini bize nakleder.
Ebu Hanife’nin sözüne gelince, onu muhtemelen İmam Cafer’le olan beraberliği için söylemiştir derler.